Psikolojik Tipler
Psikolojide Tipler, C. G. Jung (1921) - Çeviri: Nur Nirven (2019)
(Çeviri için İngilizce baskı esas alınmıştır: 1923 H. G. Baynes çevirisinin R. F. C. Hull tarafından revizyonu, Princeton University Press (1976))
Kısım X: Tiplerin Genel Tanımı
Giriş
İçedönük ve dışadönük adını verdiğim iki temel tipten başlayarak, aşağıdaki sayfalarda psikolojik tiplerin genel tanımını yapmaya çalışacağım. Bunun arkasından daha özel tiplerin tanımı gelecek, bu tiplerin özelliklerinin nedeni, bireyin, en farklılaşmış işlevi vasıtasıyla çok uyum sağlayarak yönelmesidir. İlgilerinin yönüyle ya da libidonun hareketiyle ayırt edilen içedönük ve dışadönük tiplere tutum tipleri diyeceğim; daha özel tiplere işlev tipleri diyeceğim.
Önceki bölümlerde tekrar tekrar vurguladığım gibi, tutum tipleri, nesneye yönelik tutumuyla ayırt edilir. İçedönüğün tutumu soyutlayan tutumdur; aslında, nesnenin kendisi üzerinde güç kazanmasını önlemesi gerekiyormuş gibi, libidosunu nesneden hep uzak tutma niyetindedir. Dışadönüğünse, tam tersine, nesneyle olumlu bir ilişkisi vardır. Nesnenin önemini o boyutta teyit eder ki öznel tutumu sürekli nesneyle ilgilidir ve nesne tarafından yönlendirilir. Dışadönük için nesnenin değeri asla yeterli olamaz, önemi her zaman artmalıdır. İki tip o kadar farklıdır, o kadar çarpıcı bir zıtlık ortaya koyar ki bunların mevcudiyeti, bir kez işaret edildi mi, sıradan biri için bile gayet bariz hale gelir. Herkesle iyi geçinen ya da herkesle kavga eden ama herkesle bir şekilde ilişki kuran ve onların tesirinde kalan açık, sosyal, neşeli ya da en azından dostça yaklaşılabilen karakterlerle muhtemelen çok güçlü bir tezat oluşturan bu suskun, esrarengiz, epey utangaç insanları herkes tanır.
Haliyle önce bu farklara bireye özgü karakter özellikleri diye bakma eğilimi gösterilir. Ama insan doğasını kapsamlı bilen biri, zıtlığın, hiçbir surette istisnai bireysel örnekler meselesi olmadığını, psikoloji tecrübesi sınırlı birinin tahmininden çok daha yaygın tipik tutumlar meselesi olduğunu çok geçmeden keşfedecektir. Aslında, önceki bölümlerde belirtildiği gibi bu temel zıtlıktır, kimi zaman gayet açık, kimi zaman belirsizdir ama kişiliği bir şekilde bildirilen bireylerle ilgilenildiğinde her zaman barizdir. Böyle insanlar hem eğitimlilerin arasında hem de toplumun her tabakasında görülür, öyle ki tiplerimiz işçilerin ve köylülerin arasında toplumun bir hayli farklılaşmış üyelerinden daha az değildir. Cinsiyet de hiç fark etmez; aynı zıtlık her sınıftan kadınların arasında bulunabilir. Şayet mesele tutumun bilinçli ve isteyerek seçimi olsaydı, böylesine geniş dağılım pek ortaya çıkmazdı. Bu durumda, ortak eğitimin ve geçmişin, aynı yerde yaşamanın bir araya getirdiği insanların belli bir sınıfında kuşkusuz belli bir tutum görülürdü. Ama hiç de böyle değil; tam tersine, tipler epeyce rastgele dağılım göstermiş gibi. Aynı ailenin bir çocuğu içedönük, diğeri dışadönüktür. Olgular, tutum tipinin görünüşte rastgele dağılım gösteren genel bir fenomen olduğunu gösterdiği için bu, bilinçli yargı ya da bilinçli niyet meselesi olamaz, bilinçdışı, içgüdüsel bir nedeni olmalıdır. Bu nedenle, genel bir psikolojik fenomen olarak, tip zıtlığı bir tür biyolojik temele dayanmalıdır.
Özneyle nesne arasındaki ilişki biyolojik açıdan düşünüldüğünde her zaman uyum ilişkisidir, çünkü özneyle nesne arasındaki her ilişki, birinin öbürünü karşılıklı etkileşimle değiştirmesini öngörür. Uyum bu sürekli değişimlere dayanır. Dolayısıyla, nesneye yönelik tipik tutumlar uyum süreçleridir. Doğada aslında iki farklı uyum tarzı vardır, bunlar canlı organizmanın mevcudiyetini sürdürmesini sağlama alır. Biri, tek bir birey için zayıf savunma gücü ve kısa ömürle birlikte yüksek üreme oranına dayanır; diğeri, çok sayıda kendini koruma yolu artı düşük üreme oranıyla bireyi donatmaya dayanır. Bana öyle geliyor ki bu biyolojik fark iki psikolojik uyum tarzımıza hem benzerdir hem de onların gerçek temelidir. Bu kapsamlı ipucuyla yetinmeliyim. İçedönüğün eğilimi dışarıdan gelen her talep karşısında kendini savunmak, enerjisini nesnelerden uzak tutarak korumak, böylece kendi konumunu sağlamlaştırmakken, dışadönüğün bu kendine özgü doğası onu kendini her yolla tüketmeye ve çoğaltmaya sürekli zorlar. Blake, iki insan sınıfını "üretken" ve "yiyip yutan" diye tanımladığında sezgisinde yanılmadı. İki uyum tarzının biyolojik açıdan aynı derecede iyi çalışması ve kendi yollarınca başarılı olması gibi tipik tutumlar da böyledir. Biri amacına ilişkilerinin çokluğuyla, öbürü tekelle ulaşır.
Çocukların tipik bir tutumu ilk yıllarında bile sıklıkla apaçık sergilemeleri, sıradan anlamıyla belli bir tutumu belirleyen şeyin varoluş mücadelesi olamayacağını varsaymaya bizi zorlar. Memedeki bebeğin bile bilinçdışı psikolojik uyum ediminde bulunması gerektiği ve annenin etkisinin çocukta spesifik tepkilere neden olduğu söylenerek buna şiddetle karşı çıkılabilir. Bu argüman tartışmasız kanıtlarla desteklense de aynı annenin iki çocuğunun küçük yaşta, annenin tutumunda hiçbir değişikliğe işaret edilememesine rağmen, zıt tutumlar sergileyebildiğine dair aynı derecede tartışmasız olgunun karşısında epey zayıf kalır. Ebeveynin etkisinin haddi hesabı olmayan önemini hafife almaya hiçbir şey beni ikna etmese de bilinen bu tecrübe, belirleyici etkeni çocuğun mizacında aramak gerektiği sonucuna varmaya beni zorluyor. Dış koşulların istikrarına rağmen çocuğun mensup olacağı tipe karar veren, bireyin mizacı olmalıdır. Haliyle sadece normal vakaları düşünüyorum. Anormal koşullarda, yani annenin tutumu uç noktada olduğunda çocuklar da benzer bir tutuma zorlanabilirler, bu durumda, anormal hiçbir dış etki müdahale etmemişse, başka bir tipte karar kılabilecek bireysel mizaçları ihlal edilir. Aslında, ebeveynin etkisinin sonucunda tip her ne zaman böyle tahrife uğrasa birey daha sonra nevrotik olur ve ancak doğasıyla uyumlu bir tutum geliştirerek tedavi edilebilir.
Bireyin mizacına gelince, belli ki şu ya da bu yolu benimseme kapasitesi daha fazla olan ya da benimsemeye daha uygun bireyler bulunduğu dışında söyleyecek hiçbir sözüm yok. Hiç bilmediğimiz fizyolojik nedenler bunda rol oynayabilir. Tecrübe göz önüne alındığında, tipin zıddına dönmesi, organizmanın fizyolojik sağlığı için sıklıkla son derece zararlı olur, genellikle akut tükenmişliğe yol açar, ben bunun ihtimal dışı olduğunu düşünmüyorum.
Dışadönük Tip
Bu ve aşağıdaki tiplerle ilgili tanımımızda anlaşılabilirlik adına bilinç psikolojisiyle bilinçdışı psikolojisi arasında ayırım yapmak gerekiyor. Önce bilincin fenomenlerini tanımlayalım.
Genel Bilinç Tutumu
Herkesin kendisini dış dünyanın sağladığı verilere göre yönlendirdiği doğru olmakla birlikte, bizatihi verilerin ancak görece belirleyici olduğunu her gün görüyoruz. Dışarısının soğuk olması birini pardösüsünü giymeye sevk eder, kendini alıştırmak isteyen bir başkasıysa bunu gereksiz bulur. Biri, yeni tenora bütün dünya hayran olduğu için hayrandır, diğeri tenoru beğenmediğinden değil, ona göre, herkesin hayran olduğu kişi hayran olmayı hak etmediği için hayran olmayı reddeder. Biri koşulları yakınmadan kabul eder, çünkü tecrübe ona başka hiçbir şeyin mümkün olmadığını göstermiştir, diğeri, aynı olaylar daha önce bin defa tekrarlansa bile bin birinci defa farklı olacağına ikna olmuştur. Biri, belli olguların kendisini yönlendirmesine izin verir, diğeri kendisiyle nesnel verilerin arasına giren bir görüşü ihtiyaten elinde tutar. Kararlar ve eylemler öznel görüşlerce değil nesnel koşullarca belirleninceye kadar nesne vasıtasıyla yönelim ağır bastığında dışadönük tutumdan söz ederiz. Bu alışkanlık halini aldığında dışadönük tipten söz ederiz. Bir adam nesnel koşullar ve bunların taleplerine doğrudan bağlantılı tarzda düşünür, hisseder, davranır ve aslında böyle yaşarsa dışadönüktür. Onun bilincinde bu öznel görüşün değil, nesnenin belirleyici rol oynadığını hayatı mükemmel açıklar. Haliyle öznel görüşleri de vardır ama bunların belirleyici değeri nesnel koşullarınkinden daha azdır. Sonuçta, kendi iç hayatında mutlak etkenler bulmayı asla beklemez, çünkü bildiği şeylerken disinin dışındadır. Epimetheus gibi, iç hayatı dış zorunluluğa boyun eğer, gerçi mücadele etmeden değil; ama sonuçta kazanan nesnel belirleyici her zaman dış zorunluluktur. Bütün bilinci dışarıyı gözetir, çünkü esaslı ve kesin belirleyici her zaman dışarıdan gelir. Ama dışarıdan gelmesini beklediği için dışarıdan gelir. Tikel bir psikolojik işlevin üstünlüğüne ya da kişisel karakter özelliğine bağlı olanlar dışında, psikolojisinin bütün belirgin özellikleri bu temel tutumu izler. İlgisi ve dikkati nesnel oluşumlara, özellikle de yakın çevresindekilere yönelir. Hem kişiler hem de şeyler ilgisini çeker, perçinler. Bu durumda, eylemlerini de onlar belirler, eylemleri bunlara dayanarak tam olarak açıklanır. Dışadönüğün eylemleri dış koşullarla bağlantılı olarak anlaşılabilir. Eylemleri, çevreden gelen uyaranlara sadece tepki göstermekle kalmadığı gibi, mevcut koşullara her zaman uyum sağlayan bir karaktere sahiptir ve nesnel durumun sınırları içinde yeterince etkileşim bulur. Bu sınırları aşmak için ciddi çaba gösterilmez. Dışadönüğün ilgisi de böyledir: Nesnel oluşumların onun için neredeyse tükenmek bilmeyen bir çekiciliği vardır, öyle ki genellikle başka bir şeyi asla aramaz.
Eylemlerini yöneten ahlak yasaları toplumun talepleriyle, yani geçerli ahlaki bakış açısıyla çakışır. Bu bakış açısının değişmesi gerekseydi, dışadönüğün öznel ahlak ilkeleri de buna göre değişir, genel psikolojik alışkanlıklarını hiç değiştirmezdi. Nesnel etkenlerin bu katı belirleyiciliği, sanıldığı gibi, hayatın genel koşullarına ideal uyum şöyle dursun, tam uyum anlamına gelmez. Dışadönüğün gözünde nesnel duruma bu tür bir alışma tam uyuma benzemelidir, çünkü onun için başka hiçbir ölçüt yoktur. Ama daha üst bakış açısından, nesnel durumun her koşulda normal olduğu sonucuna varılmaz. Pekâlâ geçici ya da yerel olarak anormal olabilir. Çevresinin tarzına bütün etrafıyla birlikte gerçekten uyum sağlamaya alışan birey hayatın evrensel geçerli yasalarına göre anormal durumdadır. Böyle çevrelerde büyüyebilir ama o ve çevresinin bu yasaları çiğneme felaketiyle karşılaştıkları noktaya kadar. Genel yıkımı tam da önceki duruma alışmasıyla aynı nispette paylaşacaktır. Alışma uyum değildir; uyum, anlık koşulları kolayca kabul etmekten daha fazlasını ister. (Spitteler'in Epimetheus'unu okura bir kez daha hatırlatmak istiyorum.) Zamanın ve yerin anlık koşullarındansa evrensel yasalara uyulmasını ister. Normal dışadönük tipin alışkanlığı, sınırlamaktır. Bir yandan da normalliğini var olan koşulları görece rahatlıkla benimsemesine borçludur. İsteklerini, nesnel imkânlarla, örneğin bu özel anda iyi beklentiler vadeden meslekle sınırlar; ondan isteneni ya da bekleneni yapar, apaçık olmayan ya da çevresinin beklentilerini bir şekilde aşan bütün yeniliklerden sakınır. Öte yandan, normalliği kendi öznel ihtiyaçlarını ve isteklerini hesaba katıp katmamasına da aslında bağlı olmalıdır, onun zayıf noktası tam da budur, zira bu tipin eğilimi o kadar dışa yöneliktir ki toptan öznel olguların en barizine, yani kendi bedeninin durumuna bile az dikkat eder. Beden yeterince nesnel ya da "dış" değildir, öyle ki fiziksel sağlığın vazgeçilmezleri olan basit ihtiyaçları gidermenin artık hakkı verilmez. Bu durumda, beden sıkıntı çeker, ruhtan hiç söz etmiyorum bile. Dışadönük, bu olgunun genellikle farkında değildir ama ev halkı için her şey çok daha barizdir. Denge kaybı anormal beden duyumlannda kendini belli ettiğinde dengesini kaybettiğini hisseder. Göz ardı edilemez bunlar. Bunlara somut ve "nesnel" diye bakması gayet doğaldır, çünkü onun zihniyet tipinde bunlar -onun için- başka bir şey olamaz. Başkalarında "imgelem"in işbaşında olduğunu hemen anlar. Çok dışadönük bir tutum özneden o kadar bihaber duruma gelir ki özne sözümona nesnel taleplere tamamıyla kurban edilir – örneğin sürekli gelişen işin taleplerine; çünkü siparişler yığılır ve kârlı fırsatlardan yararlanmalıdır.
Dışadönük için tehlike budur: Nesnelere gömülür, nesnelerin içinde kendini tamamıyla kaybeder. Sonuçta meydana gelen sinirsel ya da fiziksel işlev bozukluklarının, dışadönüğü istemeden kendini frenlemeye zorladığından telafi edici değeri vardır. Semptomlar işlevselse kendilerine özgü karakterleri dışadönüğün psikolojik durumunu simgesel biçimde ifade edebilir; örneğin, çok fazla enerji tüketmeyi cazip bulacak kadar ünü tehlikeli boyutlara varan şarkıcı sinirsel ketlenme nedeniyle aniden yüksek tonlara çıkamadığını anlar. Ya da mütevazı başlayan, geniş imkânlarıyla çok etkili bir sosyal konuma hızla ulaşan birinin başına ansızın dağ hastalığının her semptomu gelir. Keza, bir adam taptığı ve aşırı değer verdiği, karakterinden kuşku duyulan bir kadınla evlenmek üzereyken sinirsel yemek borusu spazmına yakalanır, günde iki fincan sütle kendini kısıtlamak zorunda kalır, bunların her birini tüketmesi üç saatini alır. Taptığı kadına bütün ziyaretleri kesilir, kendini bedenini beslemeye vakfetmekten başka bir seçeneği kalmaz. Ya da kendi kurduğu işin muazzam ağırlığını artık taşıyamayan bir adamın başına sinirsel susuzluk atakları gelir, hızla histerik alkolizm kurbanı olur.
Bence, dışadönük tipte şimdiye kadar çok sık görülen nevroz hisleridir. Klasik hislerinin vasfı, yakın çevredeki kişilerle abartılı yakınlık ve çevre koşullarına taklitçilikle aynı anlama gelen alışmadır. Sürekli kendini ilginçleştirme ve izlenim yaratma eğilimi histeriğin temel özelliğidir. Bunun sonucu ise herkesçe bilinen telkine açıklığı, başka birinin etkisine girebilmesidir. Dışadönük histeriğin apaçık başka bir emaresi taşkınlığıdır, ara sıra onu fantezi dünyasına götürür, öyle ki "histerik yalan" ile suçlanır. Histerik karakter normal tutumu abartmakla başlar; sonra bilinçdışından gelen telafi tepkileriyle karmaşık hale gelir; bu tepkiler, libidoyu içe dönmeye zorlayan fiziksel semptomlar yoluyla abartılı dışa dönmeye karşı koyar. Bilinçdışının tepkisi daha ziyade içedönük karakteri haiz başka bir semptom sınıfı meydana getirir, en tipik olanı fantezi faaliyetinin hastalıklı yoğunlaşmasıdır.
Dışadönük tutumun bu genel özetinden sonra, bu tutumun sonucunda temel psikolojik işlevlerin geçirdiği değişikliklerin tanımına geçeceğiz.
Bilinçdışı Tutum
"Bilinçdışı tutum" dan söz etmem belki tuhaf gelebilir. Defalarca belirttiğim gibi, bilinçdışı tutuma bilincin telafisi diye bakıyorum. Bu görüşe göre, bilinçdışının "tutum" iddiasında bulunmaya bilinç kadar hakkı var.
Önceki altbölümde, nesnenin psişik olayların seyri üzerinde egemenliğinden ötürü, dışadönük tutumda tek taraflılık eğilimini vurguladım. Nesnenin bariz yararına kendini tüketme, özneyi nesneye benzetme dışadönük tipe sürekli çekici gelir. Dışadönük tutumu abartmanın, yani öznel etkeni bastırmanın zararlı sonuçlarını biraz ayrıntılı tartışmıştım. Bu nedenle, bilinçli dışadönük tutumun psişik telafisinin öznel etkeni özellikle vurgulayacağı, bilinçdışında bariz bir benmerkezci eğilim bulacağımız beklenmelidir. Pratikte tecrübe durumun böyle olduğunu kanıtlar. Bu noktada vaka malzemesinden alıntı yapmak istemiyorum, okurlarımı da her işlev tipinde bilinçdışının karakteristik tutumunu sunmaya çalıştığım sonraki altbölümlere göndermeliyim. Bu altbölümde genelde dışadönük tutumun telafisiyle ilgileniyoruz; bu nedenle, bilinçdışı tutumu aynı ölçüde genel terimlerle tanıtmakla yetineceğim.
Bilinçli dışadönük tutumun geçerli tamamlayıcısı olarak bilinçdışı tutum kesinlikle içe dönme karakterini haizdir. Libidoyu öznel etkenin üzerinde, yani bilinçli tutumun boğduğu ya da bastırdığı bütün ihtiyaçların ve taleplerin üzerinde yoğunlaştırır. Önceki altbölümde söylenenlerden toparlanacağı gibi, saf nesnel yönelim çok sayıda öznel dürtü, niyet, ihtiyaç ve arzuyu bozar ve onları doğal hakları olan libidodan yoksun bırakır. İnsan makine değil ki eskisi gibi düzgün ama çok farklı tarzda işlevini yapmaya devam edeceği umuduyla durum gerektirdikçe çok başka amaçlarla yeniden modellenebilsin. İnsan bütün hikayesini yanında taşır; insanlık tarihi onun yapısında yazılıdır. İnsanın bu tarihsel öğesi mantıklı bir psişik tasarrufun karşılık vermesi gereken hayati bir ihtiyacı temsil eder. Geçmiş bir şekilde canlanmalı, şimdiye katılmalıdır. Nesneye tamamıyla benzemek geçmişe ait olan ve en baştan beri mevcut olan bu öğelerin bastırılmış azınlığının protestosuyla karşılaşır her zaman.
Dışadönüğün bilinçdışı taleplerinin aslında neden ilkel, çocuksu ve benmerkezci karakter taşıdığını bu genel mülahazalardan anlamak kolaydır. Freud, bilinçdışı "arzulamak dışında hiçbir şey yapamaz" dediğinde bu, dışadönüğün bilinçdışı için de büyük ölçüde doğrudur. Dışadönüğün nesnel duruma alışması ve nesneyi özümsemesi düşük güçteki öznel dürtülerin bilince ulaşmasını engeller. Bu dürtüler (düşünceler, arzular, tesirler, ihtiyaçlar, hisler vb.) bastırmanın derecesine göre, geriye yönelik bir karakter alır; bunlar ne kadar az fark edilirse o kadar çocuksu ve arkaik duruma gelir. Bilinçli tutum bunların kolayca kullanılabilen bütün enerjisini talan eder, sadece yoksun kalamayacakları kadar enerji bırakır. Yine de hafife alınmayacak bir gücü bulunan bu tortu ancak ilkel içgüdü diye tanımlanabilir. Bireyin içgüdüsü rastgele önlemlerle tahrip olmaz; radikal değişiklik yapmak için, birçok kuşağın yavaş yavaş organik dönüşümü gerekir, zira içgüdü organizmanın yapısının enerji ifadesidir.
Nitekim bastırılan her dürtüyle, sonunda, içgüdüsel karakterde dikkate değer miktarda enerji geriye kalır, onu bilinçdışı kılan azletmeye rağmen gücünü korur. Bilinçli dışadönük tutum ne kadar tamsa bilinçdışı tutum o kadar çocuksu ve arkaik olur. Dışadönüğün bilinçdışı tutumunun belirgin özelliğini oluşturan bencillik salt çocuksu hodbinliği çok aşar; acımasızlığa ve vahşiliğe yaklaşır. Freud'un tanımladığı ensest arzusunun tam halini burada buluruz. Bunların tamamıyla bilinçdışı olduğunu, bilinçli tutumun dışa dönmesi uç noktaya varmadıkça, sıradan biri için gizli kaldığını söylemek gerekmez. Ama ne zaman abartılırsa, bilinçdışı semptomatik biçimde gün ışığına çıkar; bencillik, çocuksuluk ve arkaizm telafi edici özgün karakterini kaybeder, bilinçli tutuma az çok açık muhalefet gibi görünür. Bilinçli bakış açısının saçma abartısı biçiminde başlar, bilinçdışının daha da bastırılmasını hedefler ama genellikle bilinçli tutumun reductio ad absurdum'uyla, bu durumda, felaketiyle biter. Felaket nesnel biçim alabilir, çünkü öznel hedefler nesnel hedefleri giderek tahrif eder. Bir matbaacının vakasını hatırlıyorum, çalışan olarak işe başladı, yıllarca sıkı bir mücadeleden sonra yükseldi, sonunda, büyüyen kendi işinin sahibi oldu. İş ne kadar genişlediyse, üzerindeki baskı o kadar arttı, sonunda diğer bütün ilgi alanlarını yuttu. Bu onun yıkımı oldu. İşine duyduğu özel ilginin bilinçdışı telafisi olarak, bazı çocukluk anıları canlandı. Çocukluğunda resim yapmaktan ve çizmekten çok keyif almıştı. Ama telafi edici bir hobi olarak bu kapasiteyi kendi namına yenileyeceği yerde işine yönlendirdi ve ürünlerini "sanatla" nasıl süsleyebileceğini merak etmeye başladı. Fantezileri ne yazık ki gerçeğe dönüştü: Aslında kendi ilkel ve çocuksu zevkine uyan şeyler imal ediyordu, sonuçta birkaç yıl sonra işleri bozuldu. Girişimcinin her şeyi görünürde tek bir hedefte yoğunlaştırmasını söyleyen "kültür idealleri"mizden birine uygun davrandı. Ama çok ileri gitti, çocuksu taleplerinin gücünün kurbanı oldu.
Ne var ki felaket öznel de olabilir, sinir bozukluğu biçimini alabilir. Bilinçdışının etkisi en sonunda bilinçli eylemi tamamıyla felç ettiğinde her zaman olagelir bu. Bilinçdışının talepleri kendilerini bilince zorbaca dayatarak yıkıcı bir bölünmeye yol açarlar: Özne ya gerçekten ne istediğini arhk bilmez ve hiçbir şey onu ilgilendirmez ya da bir anda çok şey ister ve çok şeye ama imkânsız şeylere ilgi duyar. Kültürel nedenlerle çocuksu ve ilkel talepleri baskılama nevroza ya da alkol, morfin, kokain vb. narkotikleri kötüye kullanmaya yol açar. Daha uç vakalarda bölünme intiharla sonuçlanır.
Bilinçdışı dürtülerin önde gelen özelliği, bilinçli farkındalığın eksikliğiyle enerjiden yoksun kalınca yıkıcı bir karaktere bürünmeleridir ve bu dürtüler telafi edici olmaya son verir vermez bu meydana gelir. Bunlar bizim kültür düzeyimizle kesinlikle bağdaşmayan bir kültür düzeyine tekabül eden bir derinliğe ulaşır ulaşmaz telafi edici işlevleri biter. Bu andan başlayarak bilinçdışı dürtüler bilinçli tutuma her bakımdan zıt bir blok oluşturur; onun mevcudiyeti açık çekişmeye yol açar.
Genel anlamda, bilinçdışının telafi edici tutumu ifadesini psişik dengenin sürdürülmesinde bulur. Normal dışadönük tutum, bireyin değişmez bir biçimde, dışadönük şemaya göre davrandığı anlamına kuşkusuz gelmez. Aynı bireyde bile, içe dönme mekanizmasını kapsayan birçok psikolojik süreç gözlemlenebilir. Ancak dışa dönme mekanizması ağır bastığında davranış tarzına dışadönük deriz. Bu vakalarda en çok farklılaşmış işlev her zaman dışadönük tarzda kullanılır, alt işlevlerse içedönüktür; başka bir deyişle, üst işlev en bilinçli işlevdir ve tamamıyla bilincin kontrolündedir, daha az farklılaşmış işlevlerse kısmen bilinçdışıdır ve bilincin daha az kontrolündedir. Üst işlev her zaman bilinçli kişiliğin, hedeflerinin, iradesinin ve genel performansının ifadesidir, daha az farklılaşmış işlevlerse düpedüz "oluveren" şeylerin kategorisine girer. Bunların dil ya da kalem sürçmesi ve dikkatsizlik olması gerekmez, niyet edilenin yarısı ya da dörtte üçü pekâlâ olabilir, zira daha az farklılaşmış işlevlerde bir derece bilinçlilik de vardır. Bunun klasik örneği dışadönük hisseden tiptir, etrafındaki insanlarla ilişkisinde mükemmel hisler yaşar, yine de ara sıra kıyas kabul etmez patavatsızlıkta görüşler ifade eder. Bu görüşler onun alt ve yan bilinçli düşünüşünden kaynaklanır, onun ancak kısmen kontrolünde bulunan, nesneyle ilişkisi yetersiz olan bu düşünüşün etkileri çok acımasızdır.
Dışadönüğün daha az farklılaşmış işlevleri bariz benmerkezcilik ve kişisel taraflılıkla hayli öznel bir görünüş gösterir hep, bu durumda, bunların bilinçdışıyla yakın ilişkisini ortaya çıkarır. Bilinçdışı bunların aracılığıyla sürekli gün ışığına çıkar. Bilinçdışının, birçok üst üste tabakanın altında her zaman gömülü kaldığı, deyim yerindeyse, zahmetli bir kazı süreciyle ortaya çıkarılabildiği düşünülmemeli. Tam tersine, bilinçdışı içerikler bilinçli psikolojik sürece o ölçüde sürekli akın eder ki gözlemcinin hangi karakter özelliğinin bilinçli, hangisinin bilinçdışı kişiliğe ait olduğuna karar vermesi kimi zaman zordur. Kendilerini başkalarından daha cömertçe ifade edenler bu zorlukla daha çok karşılaşırlar. Haliyle bu da büyük ölçüde gözlemcinin tutumuna, kişiliğin karakterinin bilinçli mi, bilinçdışı mı olduğunu anlamasına bağlıdır. Genellikle, yargılayan gözlemci bilinçli karakteri tutma eğilimi gösterir, oysa algılayan gözlemciyi bilinçdışı karakter daha çok etkileyecektir, çünkü algılama bizatihi süreci kayda alırken, yargı daha çok psişik sürecin bilinçli motivasyonuyla ilgilenir. Ama algıya ve yargıya eşit ölçüde başvurduğumuzda, kişilik bize kolayca hem içedönük hem de dışadönük gelebilir, öyle ki üst işlevin hangi tutuma ait olduğuna hemen karar veremeyiz. Böyle vakalarda ancak her işlevin niteliklerinin kapsamlı analizi geçerli bir yargıya varmamıza yardım edebilir. Hangi işlevin tamamen bilincin kontrolünde bulunduğunu, hangi işlevlerin rastgele ve doğal karakteri haiz olduğunu gözlemlemeliyiz. Bilincin kontrolündeki işlev çocuksu ve ilkel özelliklere sahip olan diğerinden her zaman daha çok farklılaşır. Üst işlev ara sıra normallik izlenimi verir, diğerlerininse anormal ya da patolojik bir yanı vardır.
Dışadönük Tutumun Temel Psikolojik İşlevlerinin Özellikleri
Düşünme
Genel dışa dönme tutumunun sonucunda, nesne ve nesnel veriler düşünmeyi yönlendirir. Bu, fark edilebilir bir özelliğe neden olur. Genelde düşünme bir yandan öznel ve önünde sonunda bilinçdışı kaynaklardan, öte yandan duyu algısının ilettiği verilerden beslenir. Dışadönük düşünmeyi öznel ve bilinçdışı kaynaklardan ziyade nesnel veriler büyük ölçüde koşullandırır. Yargı her zaman bir ölçüt gerektirir, dışadönük yargı için dış koşulların sağladığı ölçüt geçerli ve belirleyicidir, algılanabilen nesnel bir olguyla ya da nesnel bir fikirle doğrudan ifade edilmesi önemli değildir; zira nesnel fikir, öznel bir şekilde onaylandığında bile, dış veriler ya da dışarıdan alınan verilerce belirlenir. Dolayısıyla, dışadönük düşünmenin ille de saf somut düşünme olması gerekmez; örneğin onu çalıştıran fikirlerin büyük bölümünün dışarıdan alındığı, yani gelenek ve eğitimle aktarıldığı gösterilebilse de pekâlâ saf ideal düşünme olabilir. Belli bir düşünmenin dışadönük olup olmadığına karar verirken önce şunu sormalıyız: Hangi ölçüte -ölçütün dışarıdan mı geldiğine ya da kökeninin öznel mi olduğuna- göre buna karar verilir? Başka bir ölçüt, düşünmenin sonuca varırken aldığı yöndür – esasında dışarıya yönelip yönelmediği. Dışadönük doğanın somut nesnelerle meşgul olması kanıt değildir, çünkü ya düşüncemi nesneden soyutladığım ya da nesne aracılığıyla somutlaştırdığım için düşünüşüm somut bir nesneyle meşgul olabilir. Düşünüşüm somut şeylerle meşgul olduğunda ve bu durumda, dışadönük diye tanımlanabildiğinde bile, alacağı yön temel belirgin özellik ve açık bir soru olarak yine de kalır – yani daha sonraki seyrinde yine nesnel verilere, dış olgulara mı, yoksa genellikle kabul gören fikirlere mi yönelir? Tüccarın, teknisyenin ya da bilimsel araştırma yapan birinin pratik düşünmesi söz konusu olduğunda, dışa yönelik olduğu yeterince barizdir. Ama filozofun durumunda, düşünüşünün ne zaman fikirlere yöneldiği kuşkuya açıktır. Dolayısıyla sormamız gereken soru şu: Bu fikirler düpedüz nesnel tecrübenin soyutlamaları mı ki bu durumda nesnel gerçeklerin toplamını oluşturan daha yüksek kolektif kavramları ifade ederler, yoksa (dolaysız tecrübenin soyutlamaları değillerse) gelenekten türetilmiş veya zamanın entelektüel atmosferinden alınmış olamazlar mı? Türetildiklerinde ya da alındıklarında nesnel veriler kategorisine girerler ve bu durumda, bu düşünüşe dışadönük denmelidir.
İçedönük düşünmenin doğasını daha sonraki altbölüme saklayarak bu noktada tartışmayı önermesem de daha fazla ilerlemeden önce birkaç kelime söylemem önemli. Zira dışadönük düşünme konusunda az önce söylediklerim düşünülürse, bunun genelde düşünme diye anlaşılan her şeyi kapsadığı sonucuna kolayca varılabilir. Ne nesnel olgularla ne de genel fikirlere yönelen düşünmenin "düşünme" adını pek de hak etmediği tartışılabilir. Çağımızın ve en ünlü temsilcilerinin sadece dışadönük düşünme tipini bildiğinin ve kabul ettiğinin çok iyi farkındayım. Büyük ölçüde bunun nedeni, yüzeyde bilim, felsefe, hatta sanat biçiminde görülebilir tarzda ortaya çıkan düşünmenin ya doğrudan nesnelerden türemesi ya da genel fikirlere akmasıdır. Zira bu iki neden de aslında anlaşılabilirdir, gerçi her zaman apaçık olmayabilir ve bu nedenle geçerli diye bakılır. Bu anlamda, nesnel verilerin yönlendirdiği dışadönük idrakin aslında tek kabul edilen idrak olduğu söylenebilir. Ama -şimdi içedönük idrak konusuna geldim- tamamıyla farklı bir düşünme tarzı da vardır, "düşünme" terimi bundan pek esirgenemez: Ne nesnelerden edinilen dolaysız tecrübenin ne de geleneksel fikirlerin yönlendirdiği türdür. Bu diğer tür düşünüşe şu tarzda ulaşıyorum: Düşünüşümün seyri önünde sonunda beni başladığım noktaya geri getirecek kadar düşüncelerim somut nesnelerle ya da bir genel fikirle çok meşgul olduğunda, bu sadece benim içimde devam eden entelektüel süreç değildir. Düşünce silsileme az çok rahatsızlık veren bir refakatçi olarak fark edilebilen bütün o duyumları ve hisleri görmezden geleceğim, nesneden başlayıp nesneye geri dönen bu düşünme sürecinin özneyle sürekli ilişki içinde bulunduğunu belirteceğim. Bu ilişki olmazsa olmazdır, onsuz hiçbir düşünme süreci meydana gelemez. Düşünme sürecim nesnel verilere olabildiğince yönelse bile, yine de bu benim öznel sürecimdir, bu öznellik karışımı engellenemez ya da ondan vazgeçilemez. Düşünce silsileme nesnel bir yönelim verme mücadelemde, düşüncemdeki hayat kıvılcımını söndürmeden, paralelindeki öznel süreci ve refakatçisini dışlayamam. Bu paralel süreç, nesnel verileri öznelleştirmeye ve onları özneye benzetmeye pek önlenemeyen doğal bir eğilime sahiptir.
Öznel süreç ne zaman çok vurgulansa, dışadönük düşünmenin zıddı olan diğer düşünme tarzı, yani benim içedönük adını verdiğim saf öznel yönelim ortaya çıkar. Bu düşünüşü ne nesnel veriler belirler ne de onlara yönelir; özneden başlayan, öznel fikirlere ya da öznel olgulara yönelen düşünüştür bu. Burada, bu tür düşünüşe daha çok girmek istemiyorum; mevcudiyetini dışadönük düşünüşün zorunlu tamamlayıcısı olarak belirttim ve daha net odakladım.
Ancak nesnel yönelim üstün geldiğinde dışadönük düşünüş var olur. Bu olgu, düşünce mantığını değiştirecek bir şey yapmaz; James'in mizaç meselesi olarak gördüğü, düşünenlerin arasındaki farkı oluşturur sadece. Daha önce açıklandığı gibi, nesneye yönelim düşünme işlevinde hiçbir önemli değişiklik yapmaz; sadece görünüşünü değiştirir. Sanki dışa yönelim olmaksızın var olamazmış gibi, nesne tarafından ele geçirildiği görüntüsünü haizdir. Neredeyse dış olguların sekeliymiş ya da genel fikre akarken en yüksek noktasına varıyormuş gibi gelir. Nesnel verilerin sürekli tesirinde, sadece onların onayıyla sonuçlar çıkarıyor gibi gelir. Nesnenin sınırladığı bir alanda her tür becerikliliğine rağmen, özgürlükten yoksun, ara sıra dar görüşlü izlenimini verir. Farklı bir bakış açısına sahip olması gereken, aksi takdirde dışadönük düşünüşün fenomenlerini izleyemeyecek olan gözlemcinin üzerinde bu tür düşünüşün bıraktığı izlenimi tanımlıyorum sadece. Ama farklı bakış açısından ötürü özü değil, dış görünüşü görür sadece, düşünen kimseyse dış görünüşü değil, özü idrak edebilir. Görünüşe bakarak karar verme şeyin özüne asla hakkını veremez, bu nedenle, birçok vakada karar değersizleştirir.
Özünde bu düşünüş içedönük düşünüşten daha az semereli ve yaratıcı değildir, sadece başka amaçlara hizmet eder. Dışadönük düşünüş içedönük düşünüşün özel alanı olan malzemeyi benimsediğinde bu fark çok bariz olur; örneğin öznel bir kanı nesnel verilere dayanarak ya da nesnel fikirlerden türetilerek analitik açıklandığında. Yine de içedönük düşünüş nesnel verileri nesnenin desteklemediği ilişkilere sokmaya -başka bir deyişle, onları öznel fikre tabi kılmaya- çalıştığında bilimsel bilincimiz için, fark daha da bariz duruma gelir. Her düşünüş tipi diğerinin kendi alanına tecavüz ettiğini hisseder, bir tür gölge etki meydana gelir, her biri diğerine en az uygun olan veçhesini gösterir. İçedönük düşünüş o zaman gayet keyfi görünür, dışadönük düşünüşse yavan ve bayağı gelir. İki yönelim böyle durmadan savaşır.
Öznel ve nesnel veriler arasında net bir ayrım yaparak bu çatışmaya son vermenin gayet kolay olduğu sanılabilir. Ne yazık ki bu imkânsızdır. Mümkün olsaydı bile zararlı bir yöntem olurdu, çünkü bizatihi iki yönelim de tek taraflıdır ve geçerliliği sınırlıdır, öyle ki her birinin diğerinin etkisine ihtiyacı vardır. Nesnel veriler düşünüşe büyük ölçüde üstün geldiğinde, düşünüş verimsizleşir, nesnenin uzantısı haline gelir, bağımsız bir kavram olmak için artık kendini soyutlayamaz. Bu durumda, bir tür "sonradan akla gelen düşünce"ye indirgenir, bununla "yansıma"yı kastetmiyorum, nesnel verilerde ilk bakışta doğrudan var olan ve görülebilenin dışında hiçbir şeyi onaylamayan saf taklitçi düşünüşü kastediyorum. Bu düşünüş haliyle, doğrudan nesneye geri döner ama asla ötesine geçmez, hatta nesnel bir fikirle bağlantılı bir tecrübeye gitmez. Tam tersine, nesne için bir fikri varsa, onun pratik bireysel değerini görmekten tamamıyla acizdir, az çok totoloji durumuna yapışıp kalır. Materyalist zihniyet bunun öğretici bir örneğidir.
Nesnenin aşırı belirleyiciliği sonucunda dışadönük düşünüş nesnel verilere tabi olduğunda, kendini bütünüyle bireysel tecrübesine verir, sindirilmemiş ampirik malzeme yığınını biriktirir. Bir diğeriyle bağlantısı az olan ya da hiç olmayan bireysel tecrübelerin baskıcı ağırlığı düşüncenin çözülmesine neden olur, bu da genellikle psikolojik telafi gerektirir. Bu, karmakarışık bütünü tutarlı hale getiren ya da en azından böyle bir imkân tanıyan basit genel bir fikre dayanmalıdır. "Madde" ya da "enerji" gibi fikirler bu amaca hizmet eder. Ama düşünüş, öncelikli olarak nesnel verilere değil, ikinci el bir fikre bağlı olduğunda, olguların çok daha etkileyici birikimi bu düşünüşün yoksulluğunu telafi eder, bu olguların dar ve verimsiz bir görüş açısının etrafına toplanması sonucunda birçok değerli ve anlamlı veçhe tamamıyla gözden kaçar. Günümüzün sözde bilimsel dökümünün çoğu varoluşunu bu yanlış yönelime borçludur.
Dışadönük Düşünen Tip
Temel psikolojik işlevlerin aynı bireyde gelişmesinin gücü ya da derecesi nadiren aynıdır ya da hiç aynı değildir. Esasında, şu ya da bu işlevin hem gücü hem de gelişimi baskındır. Psikolojik işlevler arasında düşünme ilk sırayı aldığında, yani bireyin hayatına daha çok yansıtıcı düşünüş egemen olduğunda, öyle ki her önemli eylem entelektüel açıdan göz önüne alınan saiklerden kaynaklandığında ya da kaynaklandığı düşünüldüğünde, haklı olarak ona düşünen tip diyebiliriz. Böyle bir tip içedönük ya da dışadönük olabilir. Önce dışadönük düşünen tipi tartışacağız.
Tanımı gereği bu tip -kuşkusuz saf tip olduğu ölçüde- bütün faaliyetlerini sürekli entelektüel sonuçlara bağlamaya çalışan biridir, sonuçta bu faaliyetleri hep nesnel veriler, ya nesnel olgular ya da genellikle kabul edilen fikirler yönlendirir. Bu tip nesnel gerçekliği ya da nesneye yönelik entelektüel kaideyi hem kendi hem de çevresi için geçerli ilke olarak yüceltir. İyi ve kötü bu kaideyle ölçülür, güzellik ve çirkinlik onunla belirlenir. Bu kaideye uyan her şey doğrudur; çelişen her şey yanlıştır; kayıtsızca yanından geçip giden her şey rastlantısaldır. Bu kaide hayatın toptan anlamını somutlaştırdığından, her zaman her yerde hem bireysel hem kolektif olarak yürürlüğe koymak gereken evrensel yasa haline getirilmelidir. Dışadönük düşünen tipin kendi kaidesine tabi olması gibi, çevresindeki herkes de kendi iyiliği için bu kaideye riayet etmelidir, riayet etmeyi kabul etmeyen hatalıdır – evrensel yasaya direniyordur, bu nedenle, mantıksız, ahlaksız ve vicdansızdır. Dışadönük düşünen tipin ahlak yasası, istisnaları hoş görmesini yasaklar; onun ideali her koşulda gerçekleşmelidir; zira onun gözünde bu, nesnel gerçekliğin akla yatkın en saf açıklamasıdır, dolayısıyla, insanın kurtuluşu için kaçınılmaz olan, evrensel geçerliliğe sahip bir doğru olmalıdır. Komşusunu çok sevdiği için değildir bu, adalete ve doğruya daha çok önem verdiği içindir. Onun doğasında bu kaideyi geçersiz kılar gibi görünen herhangi bir şey kusur, tesadüfi başarısızlık, bir dahaki sefere elenmesi gereken bir şey ya da başka bir başarısızlık vukuunda açıkça patolojiktir. Hastaya, acı çekene ya da anormal olana hoşgörü şans eseri kaidenin bileşeni olacaksa, insan toplulukları, hastaneler, cezaevleri, misyonlar vb. için özel tedariklerde bulunulacak ya da en azından kapsamlı planlar yapılacaktır. Adalet ve doğruluk saiki böyle projelerin fiilen yürütülmesini sağlama almaya genellikle yetmez; bunun için gerçek Hristiyan hayırseverliği gerekir ve bu, entelektüel kaideden ziyade hisle ilgilidir. Bu programda "zorunlu olanlar" ya da "gerekenler" geniş yer tutar. Kaide yeterince kapsamlıysa sosyal hayatta reformcu, kamunun savcısı, vicdanı aklayan ya da önemli yenilikleri yayan biri olarak bu tip çok yararlı bir rol oynayabilir. Ama kaide ne kadar katıysa, tip o kadar sert bir amir, safsatacı, kendini beğenmiş olur, kendini ve başkalarını tek bir kalıba sokmaya zorlar. Burada iki uç örnek var, bu tiplerin çoğunluğu bunların arasından çıkar.
Dışadönük tutumun doğası gereğince, bu kişiliklerin etki alanlan merkezden uzağa yayıldığında, etkileri ve faaliyetleri daha olumlu ve yararlıdır. En iyi yönleri etki alanlarının çeperindedir. İktidar alanlarının ne kadar derinine nüfuz edersek, tiranlıklarının olumsuz sonuçlarını o kadar hissederiz. Çeperde gayet farklı bir hayat nabız gibi atar, kaidenin doğruluğu geri kalana değerli bir ekleme gibi hissedilebilir. Ama kaidenin işlediği iktidarın merkezine ne kadar yaklaşırsak, hayatı, dayattıklarıyla örtüşmeyen her şey o kadar sarartıp soldurur. Dışadönük kaidenin nahoş sonuçlarını tatmak zorunda kalanlar genellikle en yakın akrabalardır, çünkü onun sonu gelmeyen yararlarını ilk onlar görür. Ama sonunda en çok acıyı bizzat özne çeker – bu bize bu tipin psikolojisinin öbür yanını gösterir.
Hayatın pek çok imkânını içine alabilen ve ifade edebilen tarzda entelektüel kaidenin asla planlanmış olmaması ve asla planlanmayacağı bir o kadar önemli başka faaliyetlerin ve hayat tarzlarının engellenmesine ya da dışlanmasına neden olmalıdır. İlkin, böyle bir tip hissetmeye bağlı bütün bu faaliyetleri -örneğin estetik faaliyetleri, zevki, sanat duyusunu, arkadaşlık geliştirmeyi vb.- bastıracaktır. Dinsel tecrübeler, acılar ve benzeri akıldışı fenomenler tam bilinçdışı noktaya kadar genellikle bastırılır. Kuşkusuz toptan hayatlarını tikel bir kaideye vakfeden müstesna insanlar vardır ama çoğumuz için böyle bir istisnai durum uzun vadede mümkün değildir. Entelektüel tutumun bastırdığı potansiyeller dış koşullara ya da iç mizaca bağlı olarak, hayatın bilinçli idaresini altüst ederek kendilerini er geç doğrudan hissettirir. Altüst olma belirli bir düzeye çıktığında nevrozdan söz ederiz. Birçok vaka bu kadar ileri gitmez, çünkü birey, kaidesinin aklî uygun bir kisvede hafif hafif değişmesine içgüdüsüyle izin verir, böylece güvenlik vanası yaratır.
Bilinçli tutumun dışladığı eğilimlerin ve işlevlerin görece ya da tamamıyla bilinçdışı olması onları gelişmemiş durumda tutar. Bilinçli işlevle karşılaştırıldığında alt seviyededirler. Bilinçdışı oldukları ölçüde, bilinçdışı içeriklerin geri kalanıyla kaynaşıp tuhaf bir karaktere bürünürler. Bilinçli oldukları ölçüde, psikolojik tablonun tamamında hayli önemli olmakla birlikte ikincil rol oynarlar. Bilinçli ket vurmanın tesir edeceği ilk işlev hissetmedir, çünkü hissetme katı entelektüel kaideye çok zıttır ve bu nedenle, çok yoğun bastırılır. Hiçbir işlev tamamıyla elenemez, sadece büyük ölçüde çarpıtılır. His uyumlu olduğu ve boyun eğdirildiği ölçüde bilinçli tutumu desteklemeli, onun hedeflerine uymalıdır. Ancak bu, belli bir noktaya kadar mümkündür; hissin bir parçası inatçılığa devam eder ve bastırılması gerekir. Bastırma başarılırsa, eşikaltı his bilinçli hedeflere zıt bir işlev yapar, hatta nedeni birey için tam bir muamma olan etkiler meydana getirir. Örneğin bu tipin genellikle çok sıra dışı olan bilinçli diğerkâmlığına gizli bir çıkarcılık engel olabilir, bizatihi tarafsız eylemleri bencilce çarpıtır. Saf etik niyetler kimi zaman bireyi, etik şöyle dursun, saiklerin sonucundan fazlası olan kritik durumlara sevk edebilir. Kamu ahlakının koruyucuları vardır, ansızın kendilerini uzlaştırıcılık yapma durumunda bulurlar, kendilerinin kurtarılmaya acil ihtiyacı varken işçileri kurtarırlar. Başkalarını kurtarma arzuları onları, önlemeyi çok arzu ettikleri şeye yol açmak için tasarlanmış çareleri kullanmaya sevk eder. İnsanlığı kurtarma arzularının yiyip bitirdiği dışadönük idealistler vardır, ideallerinin peşinden giderken yalandan ya da üçkâğıtçılıktan çekinmezler. Bilimde hayli saygı gören araştırmacıların üzücü örneği az değildir, kaidelerinin doğruluğuna ve genelde geçerliliğine o kadar inanırlar ki kanıtı kendi lehlerine tahrif etmekte tereddüt etmezler. Dayanakları şudur: Hedefe giden her yol mubahtır. Ancak gizlice bilinçdışı çalışan bir alt his işlevi insanlarda böyle sapmalara yol açabilir; yoksa bu insanlar zaten saygındırlar.
Bu tipte hissin yetersizliği kendini başka yollardan da gösterir. Nesnel kaideyle uyumlu olarak, bilinçli tutum sıklıkla kişisel çıkarlara zarar verecek kadar az çok gayrişahsi bir hal alır. Tutum uç noktadaysa bütün şahsi mülahazalar, öznenin şahsını etkileyenler bile gözden kaçırılır. Sağlığını ihmal eder, sosyal durumu bozulur, ailesinin en hayati çıkarlarını -sağlık, finans, ahlak- bile ideali uğruna çiğner. Başkalarına duyulan kişisel sempati, onlar da aynı ideali desteklemezlerse, her halükârda zarar görür. Ailesinin en yakın üyeleri, kendi çocukları böyle bir babayı genellikle acımasız tiran diye tanırlarken, dış dünyada insanlığının şöhreti yankılanır. Bilinçli tutumun hayli gayrişahsi karakteri nedeniyle, bilinçdışı hisler son derece kişisel ve aşırı duyarlıdır, haliyle kendi duyarlılığını savunurken, gizli önyargılara neden olur – örneğin onun kaidesine her tür muhalefeti kişisel kötü niyet olarak yanlış yorumlamaya hazır olma ya da başkalarının argümanlarını önceden geçersiz kılmak için onlarla ilgili sürekli olumsuz varsayımlarda bulunma eğilimi. Bilinçdışı duyarlılığı bu tipi tiz sesli, iğneleyici, saldırgan yapar. İmaları artar. Hislerinin karakteri boğucu ve küskündür – her zaman alt işlevin işareti. Entelektüel amacı uğruna kendini kurban edip yüce gönüllü olabilirken, hisleri değersiz, güvenilmez, tuhaf ve muhafazakardır. Kaidenin önceden kapsamadığı yeni bir şeyi bilinçdışı nefret perdesinden görür, bu nedenle mahkum eder. Ancak geçen yüzyılın ortasında insancıllığıyla şöhret kazanmış bir hekim asistanını termometre kullanmaya cesaret ettiği için işten çıkarmakla tehdit etti, çünkü kaidede ateşin nabızdan alınması gerektiğine hükmedilmişti.
Hisler ne kadar bastırılırsa, hislerin aksi takdirde kusursuz olan düşünüşün üzerinde gizli etkisi o kadar zararlı olur. Öz değeri sebebiyle haklı olarak genelde kabul görme iddiasında bulunabildiği için entelektüel kaide bu bilinçdışı kişisel duyarlılık sonucunda karakteristik bir değişime uğrar; katı bir dogma haline gelir. Kişiliğin kendini ortaya koyması kaideye aktarılır. Doğrunun kendi adına konuşmasına artık izin verilmez; özneyle özdeşleştirilir ve kötü düşünen eleştirmenin haksızlık ettiği duyarlı bir sevgili gibi davranılır. Eleştirmen, mümkünse şahsına hakaret edilerek çürütülür, ona karşı kullanılacak herhangi bir argüman çok iğrenç olamaz. Doğru gösterilmelidir, ta ki en sonunda kamunun kafasına bunun pek de kendisinin yarattığı bir doğru meselesi olmadığı dank edinceye kadar.
Entelektüel kaidenin dogmatizmi ara sıra başka karakteristik değişikliklere de uğrar, nedeni de bastırılmış kişisel hislerin bilinçdışına karışması değil, bunlarla kaynaşıp birleşen diğer bilinçdışı etkenlerin kirlenmesidir. Akıl bize, her entelektüel kaidenin ancak kısmi doğrudan ibaret olduğunu, asla genel geçerlilik iddia edemediğini söylemekle birlikte, pratikte kaide öyle bir üstünlük elde eder ki mümkün olan başka bütün bakış açılan geri plana atılır. Hayata dair daha genel, daha az belirli, daha mütevazı ve bu nedenle daha doğru görüşlerin zorla yerini alır. Din dediğimiz, hayata dair genel görüşün bile yerine geçer. Aslında kaide, dinle en küçük bağlantısı bulunmamakla birlikte din haline gelir. Aynı zamanda aslında mutlaklığın dinsel niteliğini de üstlenir. Entelektüel batıl inanç durumuna gelir. Ama bastırdığı bütün psikolojik eğilimler bilinçdışında karşı denge kurar, kuşku nöbetlerine yol açar. Kuşkuyu ne kadar savuşturmaya çalışırsa bilinçli tutum o kadar fanatik olur, zira fanatizm aşın telafi edilmiş kuşkudan ibarettir. Önünde sonunda bu gelişim bilinçli durumu abartılı savunmaya ve bilinçdışında bunun zıddı bir karşı denge kurmaya neden olur; örneğin uç noktadaki akıldışılık bilinçli aklîliğin zıddıdır, bilimsel bir tutum da arkaik ve batıl bir tutumun. Bilim tarihinde birçok ünlü araştırmacıya köstek olan bağnaz ve gülünç görüşleri bu açıklar. Bilinçdışı karşıt denge sıklıkla kadında vücut bulur. Benim tecrübeme göre, bu tip daha çok erkeklerin arasından çıkar, çünkü genelde, düşünme kadınlardan çok erkeklerin egemen işlevi olmaya daha sık eğilimlidir. Düşünme kadında egemen olduğunda, genellikle, ağırlıklı olarak sezgisel düşünce tarzıyla bağdaştırılır.
Dışadönük tipin düşünüşü olumludur, yani üretkendir. Ya yeni olguların keşfine ya da farklı ampirik malzemeye dayanan genel kavramlara neden olur. Genellikle sentetiktir. Analiz ederken bile inşa eder, çünkü her zaman analizin ötesine geçer, yeni bir bileşime, analiz edilen malzemeyi farklı yolla birleştiren ya da ona bir şey ekleyen başka bir kavrama gider. Bu tür yargıya yüklemcil denebilir. Her halükârda asla küçük düşürücü ya da yıkıcı olmayan bir belirgin özelliktir bu, çünkü yıkılan değerin yerine her zaman yeni bir değer koyar. İşte bu sebeple bu tipin düşünmesi ana kanaldır, oraya yaşam enerjisi akar. Hayatın istikrarlı akışı bu tipin düşünüşünde kendini belli eder, öyle ki düşüncesinin ilerici, yaratıcı niteliği vardır. Düşüncesi hiç gelişmez ya da geriye yönelik değildir. Ama onun bilincinde ilk sırayı alamazsa öyle olabilir. Bu durumda, olumlu, hayati faaliyet niteliğini kaybeder. Başka işlevlerin peşinden gider. Epimetheus gibi olur, sonradan aklına gelen düşüncelerden rahatsızlık duyar, geçip gitmiş şeyleri düşünmekle yetinir, bunları analiz etme ve sindirme çabasıyla çiğneyip durur. Yaratıcı öğe şimdi başka bir işleve takılıp kaldığı için, düşünme artık ilerleme kaydetmez: Durur. Yargı bariz bir özgünlük niteliği üstlenir: Kendini tamamıyla belli bir malzeme aralığıyla sınırlar, hiçbir yerde sınırı aşmaz. Malzemeye özgün halinde zaten bulunmayan hiçbir değeri atfetmeyen az çok soyut ifadelerle yetinir. Böyle yargılar her zaman nesneye yönelir ve tecrübenin kendine özgü nesnel anlamından başka hiçbir şeyi olumlamaz. Ayrıcalıklı nesnel veri grubu dışında asla göze alınmayan aklî ve kuşkusuz çok geçerli yorumun izlenimine ya da tecrübesine ek yapmaktan uzak duramayan insanlarda bu düşünüş tipini kolayca gözlemleyebiliriz. Aslında böyle bir yorumda sadece şöyle denir: "Sonradan düşünebildiğim için bunu anladım." Ve mesele burada biter. Böyle bir yargı en iyi ihtimalle tecrübeye çok bariz şekilde ilk sırada ait olduğu nesnel ortamda yer vermek anlamına gelir.
Ama düşünmenin dışında başka bir işlev bilince bariz ölçüde egemen olduğunda, düşünme bilinçli olduğu ve baskın işleve doğrudan bağlı olmadığı ölçüde, olumsuz bir karaktere bürünür. Baskın işleve tabi olursa, aslında olumlu bir veçhe takınabilir ama daha yakından incelendiğinde bunun ancak baskın işlevi taklit ettiği, mantığın düşünmeyle ilgili yasalarına açıkça ters düşen argümanları desteklediği görülür. Bu tür düşünüşün bu tartışmamızla hiç ilgisi yok. Biz daha çok, başka bir işleve tabi olamayan, kendi ilkesine sadık kalan düşünüşün doğasıyla ilgileniyoruz. Bu düşünüşü gözlemlemek ve incelemek kolay değil, çünkü bilinçli tutum onu az çok sürekli bastırır. Bu nedenle, çoğu vakada savunmasız bir anda rastlantı eseri yüzeye çıkmazsa, önce bilincin arka planından kurtarılmalıdır. "Şimdi gerçekten ne düşünüyorsun?" ya da "Bu konuda şahsi görüşün ne?" gibi bazı sorularla ikna edilmelidir. Ya da belki biraz kurnazlığa bile başvurmak zorunda kalınabilir, şöyle bir soru dile getirilebilir: "Benim bu konuda gerçekten ne düşündüğümü tasavvur ediyorsun?" Gerçek düşünüş bilinçdışı olduğunda, dolayısıyla, yansıtıldığında bu yol benimsenmeli. Bu yolla yüzeye çıkmaya ikna edilen düşünüşün karakteristik nitelikleri vardır; onu olumsuz diye tanımlarken, aklımda bunlar vardı. Onun alışılmış tarzını en iyi "ibaret" kelimesi ifade eder. Goethe bu düşünüşü Mephistopheles figüründe kişileştiriyordu. Her şeyden önce, yargı nesnesinin izini geriye, şu ya da bu basitliğe kadar sürmek, böylelikle kendi içinde anlamdan yoksun bırakmak için bariz bir eğilim gösterir. Bu üçkâğıt onu gayet sıradan bir şeye bağımlı gibi göstermektir. İki kişi arasında açıkça nesnel ve gayrişahsi bir şey konusunda ne zaman çekişme ortaya çıksa, olumsuz düşünüş "Cherchez la femme" [Kadını arayın] diye fısıldar. Biri, ne zaman bir davayı savunduğunda ya da avukatlığını yaptığında, olumsuz düşünüş bunun önemini asla sormaz, sadece "Bundan ne elde edecek?" diye sorar. Moleschott'a atfedilen "Der Mensch ist, was er isst" (insan ne yiyorsa odur ya da daha serbest söylenirse ne yiyorsan osun) özdeyişi de burada saymam gerekmeyen başka birçok aforizma gibi bu başlığın alhna girer.
Bu düşünüşün ara sıra sınırlı yararı kadar yıkıcı niteliğini de vurgulamak gereksiz. Ama olumsuz düşünüşün ilk bakışta belki pek böyle gelmeyebilen başka bir biçimi daha var, yakın geçmişin materyalizmine muhtemelen tepki olarak, bugün dünyanın dört bir yanında hızla yayılan teozofik düşünüştür bu. Teozofik düşünüşün asla indirgemeci olmayan bir havası vardır, çünkü her şeyi aşkın ve dünyayı kucaklayan bir fikir diye yüceltir. Örneğin, rüya artık öylesine bir rüya değil, "başka düzlem"de edinilen tecrübedir. Şimdiye kadar açıklanamayan telepati olgusu çok basitçe, bir kimseden diğerine geçen "titreşimler"le açıklanır. Sıradan bir sinir şikayeti "astral cisim"le bir şeyin çarpışması diye açıklanır. Atlantik kıyı şeridinde yaşayanların bazı etnolojik özelliklerine Atlantis'in batması ve benzerleriyle kolayca açıklama getirilir. Her şeyin çoktan açıklandığı ve "ruhani bilim"in geriye çözülecek hiçbir muamma bırakmadığı anlayışının galip gelmesi için sadece bir teozofi kitabını açmamız gerekir. Ama bu tür düşünüş aslında materyalist düşünüş kadar olumsuz. Materyalist düşünüş psikolojiye sinir düğümlerindeki kimyasal değişimler, hücrenin yalancı ayaklarının ileriye doğru uzaması ve geri çekilmesi ya da iç salgı diye baktığında bu da teozofi kadar batıldır. Tek fark, teozofinin her şeyi Hint metafiziği haline getirirken materyalizmin her şeyi fizyolojiye indirgemesidir. Rüyanın izi çok dolu bir mideye kadar sürüldüğünde rüyanın açıklaması değildir bu, telepatiyi "titreşimler"le açıkladığımızda çok azını söylemiş oluruz. Öyleyse, "titreşimler" nedir? İki açıklama yöntemi de hem anlamsız hem de aslında zararlıdır, çünkü ilgiyi ana konudan birinde mideye, diğerinde hayali titreşimlere saptıran bu yöntemler düzmece bir açıklamayla problemin ciddiyetle incelenmesini engeller. İki tür düşünüş de kısırdır ve kısırlaştırır. Anlatılamayacak kadar çok ucuz, çok yoksul ve yaratıcı enerjiden yoksun olduğu için olumsuz niteliktedir. Diğer işlevlerin yedeğe aldığı bir düşünme tarzıdır.
Hissetme
Dışadönük tutumda hissetmeyi de keza nesnel veriler yönlendirir, nesne hissin niteliğinin vazgeçilmez belirleyicisidir. Dışadönüğün hissi her zaman nesnel değerlerle uyumludur. Hissi sadece öznel bir şey diye bilen biri için dışadönük hissin doğasını kavramak zordur, çünkü kendini öznel etkenden olabildiğince koparmış, bütünüyle nesnenin etkisine tabi olmuştur. Niteliğini somut nesne belirliyor gibi görünmese de yine de geleneksel ya da genelde kabul gören değerlerin etkisi albndadır. Örneğin, bir şeye "güzel" ya da "iyi" deme zorunluluğunu hissedebilirim, o şeyi kendi öznel hissimle "güzel" ya da "iyi" bulduğum için değil, böyle demem yerinde ve politik olduğu için, çünkü aksi bir yargı genel hissiyat durumunu altüst eder. Bu tür bir hissiyat yargısı hiçbir surette numara ya da yalan değildir, düpedüz alışma edimidir. Örneğin bir resme "güzel" denir, çünkü misafir odasına asılan, çok tanınmış bir imzayı taşıyan resmin genellikle güzel olduğu varsayılır ya da ona "iğrenç" demek resmin şanslı sahibinin ailesini muhtemelen gücendirir ya da ziyaretçi hoş bir duygu atmosferi yaratmak ister, bu amaçla da, her şey hoş hissedilmelidir. Bu hisleri nesnel ölçütler yönetir. Bu hisler sahi olduğundan, genelde hissetme işlevini tasvir eder.
Dışadönük düşünüşün tam da kendini öznel etkilerden kurtarmaya gayret ettiği aynı yolla, dışadönük hissetme de, en sonunda her öznel düzenden yoksun kalmadan önce, bir farklılaşma süreci geçirmelidir. Hissetme ediminden kaynaklanan değerlendirmeler ya nesnel değerlere doğrudan tekabül eder ya da geleneksel ve genelde kabul gören standartlara uygundur. Bu kadar çok insanın tiyatroya, konserlere akın etmesinden ya da kiliseye gitmesinden, üstelik doğru tarzda alıştıkları hislerle bunu yapmalarından büyük ölçüde bu tür hissediş sorumludur. Modalar da bütün mevcudiyetini ona borçludur; daha da değerlisi, sosyal, insan sever ve böyle başka kültür kurumlarının olumlu desteği söz konusudur. Böyle meselelerde, dışadönük hissetme yaratıcı etken olduğunu kanıtlar. Ahenkli sosyal hayat onsuz imkânsız olurdu. Dışadönük hissetmenin etkileri dışadönük düşünüş kadar yararlı ve güzelce mantıklıdır. Ama nesne üstünlük kazanır kazanmaz bu sağlıklı etkiler kaybolur. Dışadönük hissetmenin gücü kişiliği nesneye çeker, nesne kişiyi özümser, bundan dolayı da, hissin başlıca büyüsünü oluşturan kişisel niteliği gözden kaybolur. Soğuk, "hissiz", güvenilmez olur. Art düşünceleri vardır ya da en azından tarafsız gözlemci bundan kuşkulanır. Sahici hisse değişmez bir şekilde refakat eden hoş ve tazeleyici izlenimi arhk bırakmaz; onun yerine, benmerkezci saikler kişinin tamamıyla bilinçdışında bile olsa, onun poz yaptığından, oyun oynadığından kuşkulanılır. Aşın dışadönük his estetik beklentileri karşılayabilir ama yüreğe hitap etmez; sadece duyulara -daha da kötüsü- akla hitap eder. Bir durumda estetik takviye sağlayabilir ama orada durur ve bunun dışında etkisi sıfırdır. Kısırlaşmışhr. Bu süreç daha ileri giderse hissiyat tuhaf bir çelişkili çözülmeyle sonuçlanır: Her şey his değerlerinin nesnesi haline gelir, birbiriyle bağdaşmayan sayısız ilişki kurulur. Özne vurgudan ötürü böyle bir şey alırsa bu durum gayet imkânsız hale geleceğinden gerçek kişisel bakış açısının son izleri bile baskılanır. Özne bireysel his süreçleri ağının o kadar tuzağına düşer ki gözlemciye sadece hissetme süreci varmış, hisseden özne yokmuş gibi gelir. Bu durumda hissetme toptan insani sıcaklığını kaybetmiştir; numaracı, kaypak, güvenilmez ve en kötü vakalarda histerik izlenimi verir.
Dışadönük Hisseden Tip
Kadın psikolojisinin belirgin özelliği düşünmeden çok, kesinlikle hissetme olduğundan, en bariz hisseden tipler de kadınların arasından çıkar. Dışadönük hissetme egemen olduğunda, dışadönük hisseden tipten söz ederiz. Bu tipin hahrlayabildiğim örnekleri neredeyse istisnasız olarak kadınlardır. Bu tip kadın, ömrü boyunca hissini rehber alarak peşinden gider. Yetişmesinin sonucunda kadının hissiyatı bilinçli kontrole tabi alışılmış işlev haline gelmiştir. Öznel etkeni büyük ölçüde bashrabilmesine rağmen, uç vakalar dışında, hissiyatının kişisel niteliği vardır. Kişiliği dış koşullara alışkın gibi görünür. Hissiyatı nesnel durumlarla ve genel değerlerle ahenklidir. Sevgi seçiminden başka hiçbir yerde daha açıkça görülmez bu: "Uygun" erkek sevilir, başkası değil; erkek, kadının -genellikle hakkında hiçbir şey bilmediği- saklı öznel doğasına hitap ettiği için değil, yaşı, konumu, geliri, boyu bosu, ailesinin saygınlığı vb. konularda her manhklı beklentiyi karşıladığı için uygundur. Bu resme ironik ya da kinik diye kolayca itiraz edilebilir ama bu tip kadının sevgi hissiyle seçiminin birbirine kusursuz uygun düştüğüne inanıyorum. Bu gerçektir, sadece akıllıca değil. Böyle sayısız "mantık" evliliği var ve bunlar hiç de çok kötü değil. Kocalara ve çocuklara uzlaşmacı psişik yapı bahşedildiği sürece, böyle kadınlar iyi yoldaşlar ve mükemmel annelerdir.
Ama insan, hissiyatını hiçbir şey bozmadığında kendini "doğru" hissedebilir. Düşünme kadar hiçbir şey hissetmeyi bozmaz. Dolayısıyla, bu tipin düşünmeyi olabildiğince askıya alması anlaşılabilirdir. Kadın hiç düşünmez, demek değildir bu; tam tersine, çok ve zekice düşünebilir ama düşünüşü asla bizatihi değildir -hissiyahna Epimetheusçu bir ektir. Hissedemediği şeyi bilinçli düşünemez. Bir keresinde böyle bir tip içerlemiş bir ses tonuyla bana "Ama hissetmediğimi düşünemem" dedi. Hissiyatı izin verdiğince kadın çok iyi düşünebilir ama hissiyatın bozulmasına yol açabilen her sonuç ne kadar mantıklı olsa da daha baştan reddedilir. Düpedüz, düşünülmez. Dolayısıyla, nesnel değerlere uygun olan her şey iyidir ve sevilir; başka her şey kadına başka bir dünyadaymış gibi gelir.
Ama nesnenin önemi daha yüksek düzeye çıktığında resimde bir değişiklik meydana gelir. Daha önce açıklandığı gibi, özne nesneye o kadar benzer ki his öznesi tamamıyla yutulup gider. His kişisel niteliğini kaybeder, kendi başına his haline gelir; kişilik anlık hissiyatta tamamıyla çözülmüş gibi gelir. Ama gerçek hayat farklı, hatta çelişkili hisler uyandıran durumların sürekli art arda gelmesi olduğundan, kişilik birçok farklı his durumuna bölünür. Bir an böyle, başka bir an çok farklıdır –görünüşe göre; zira gerçeklikte böyle çoğul kişilik mümkün değildir. Ben'in temeli hep aynı kalır, sonuçta kendini değişen his durumlarıyla çelişki içinde bulur. Bu nedenle, hissiyatın sergilenmesi gözlemciye artık öznenin kişisel ifadesi gibi gelmez, Ben'in –başka bir deyişle, mizacın değişimi gibi gelir. Ben'le anlık his durumu arasındaki çözülmenin derecesine bağlı olarak, benliğin bölünme emareleri açıkça belli olur, çünkü bilinçdışının aslında telafi eden tutumu açıkça zıt bir hal alır. Her şeyden önce bu kendini hissiyatın ölçüsüz sergilenmesinde, inandırıa gelmeyen coşkulu konuşmada, yüksek sesli eleştirilerde vb. belli eder: "Hanımefendi çok karşı çıkıyor." Bir tür direnişin aşırı telafi edildiği hemen belli olur, bu gösteriler çok farklı sonuç vermez mi, diye insan merak etmeye başlar. Aslında, biraz sonra farklı sonuç verirler. Aynı nesne üzerinde hemen zıt bir beyanda bulunmak için, durumun sadece biraz değişmesi gerekir. Gözlemci bu tecrübelerin sonucunda iki beyanı da ciddiye alamaz. Yargısını saklamaya başlar. Ama bu tip için, çevresiyle yoğun bir his ilişkisi kurmak çok önemli olduğundan, bu saklamanın üstesinden gelmek için arhk iki kat çaba gerekir. Nitekim durum kısırdöngü tarzında kötüden daha kötüye gider. Nesneyle his ilişkisi ne kadar güçlüyse bilinçdışı zıtlık o kadar yüzeye çıkar.
Dışadönük hisseden tipin her şeyden çok düşünmeyi baskıladığını, çünkü hissetmeyi en çok bozan işlevin düşünme olduğunu daha önce gördük. Aynı nedenle, düşünme de saf sonuçlara varmak isterse hissetmeyi tamamıyla engeller, zira hissiyatın değerlerinden başka hiçbir şey önyargıya ve düşünmeyi tahrif etmeye daha çok eğilimli değildir. Ama dediğim gibi, dışadönük hisseden tipin düşünüşü bağımsız bir işlev olarak bashrılmakla birlikte, bashrma tam değildir; ancak bu tipin amansız mantığı onu hissetmeyle bağdaşmayan sonuçlara yönelttiğinde bastırılır. Hissetmenin uşağı, daha doğrusu kölesi olarak var olmanın acısını çeker. Belkemiği kırılır; kendi yasaları uyarınca kendi hesabına çalışamaz. Ama manhk yine de var olduğu ve acımasız sonuçları zorladığı için, bu bir yerde meydana gelmelidir, bilinçliliğin dışında, yani bilinçdışında meydana gelir. Bu durumda, bu tipin bilinçdışı ilk önce kendine özgü bir düşünüşü, çocuksu, arkaik, olumsuz bir düşünüşü içerir. Bilinçli hissetme kişisel niteliğini koruduğu ya da başka bir deyişle, art arda gelen his durumları kişiliği yutmadığı sürece bu bilinçdışı düşünüşün telafi ediciliği sürer. Ama kişilik birbiriyle çelişen his durumlarında dağılıp çözüldüğü anda, Ben'in kimliği kaybolur ve özne bilinçdışına gömülür. Bu meydana geldiğinde, bilinçdışı düşünme süreçleriyle işbirliği yapar, ara sıra yüzeye çıkmalarına yardım eder. Bilinçli hissetme ne kadar güçlüyse, ne kadar Ben-siz hale gelirse bilinçdışı zıtlık o kadar gelişir. Bilinçdışı düşünceler en değerli nesnelerin etrafına çekilir, onların değerini acımasızca ellerinden alır. Düşünmenin "ibaret" tipi burada kendine gelir, çünkü nesneye bağlı bütün hislerinin gücünü etkili bir şekilde azalhr. Bilinçdışı düşünüş değişmez bir şekilde olumsuz ve küçültücü karakterde takınhlı fikirler biçiminde yüzeye çıkar. Bu tip kadınların en gizli düşüncelerinin, hisleriyle en çok değer verdikleri nesnelere bağlı olduğu anlar vardır. Bu olumsuz düşünüş, hissin değerine kasten kara çalma amacıyla kıyaslamadan ya da her çocuksu önyargıdan yararlanır, "ibaret" yorumlarım kelimelere dökme girişimiyle her ilkel içgüdüyü toparlar. Bu prosedürün kolektif bilinçdışını seferber ettiğini, bilinçdışının ilksel imgeler deposunu harekete geçirdiğini, böylece tutumun farklı bir temelde yenilenmesine imkân verdiğini belirtmek pek gerekmez. Bu tipte nevrozun başlıca biçimi, fikirlerin bilinçdışı dünyasının karakteristik çocuksu cinselliğiyle hisleridir.
Dışadönük Aklî Tiplerin Özeti
Önceki iki tipe aklî ya da yargılayan tipler dedim; çünkü belirgin özellikleri akıl yürütme ve yargıya varma işlevlerinin galebe çalması. İki tipin de hayalının büyük ölçüde aklî yargıya bağlı olması genelde ayırt etmeye yarayan bir emaredir. Ama "aklî" derken, bireyin öznel psikolojisinin bakış açısından mı yoksa dışarıdan algılayan ve yargıya varan gözlemcinin bakış açısından mı söz ettiğimizi göz önüne almalıyız. Bu gözlemci ters bir yargıya kolayca varabilir, özellikle gözlemlediği kişinin dışarıya yönelik davranışını sezgisiyle anlayıp buna göre yargıya varırsa. Genelinde, bu tipin hayatı sadece aklî yargıya asla dayanmaz; bilinçdışı akıldışılıktan da neredeyse aynı ölçüde etkilenir. Gözlem bireyin bilincinin iç tasarrufuyla hiç ilgilenmeksizin dışarıya yönelik davranışıyla sınırlı kalırsa, gözlemci bilinçli niyetlerin ve motivasyonların aklîliğindense, bazı bilinçdışı tezahürlerin akıldışı ve arızi doğasından daha güçlü bir izlenim edinebilir. Bu nedenle, yargımı bireyin kendi bilinçli psikolojisi olarak ne hissettiğine dayandırıyorum. Ama böyle bir psikolojinin tamamıyla ters açıdan da aynı ölçüde anlaşılacağını ve sunulabileceğini varsaymak istiyorum. Şuna da inanıyorum ki benim psikolojim farklı olsaydı, aklî tipleri tam ters bir tarzda, bilinçdışının bakış açısından -bu durumda, akıldışı diye- tanımlardım. Bu, psikolojik meselelerin açık seçik sunumunu daha da zorlaşhrır, yanlış anlama ihtimalini ölçüsüz olarak artırır. Bu yanlış anlamalann neden olduğu tartışmalar çok umutsuzdur, çünkü her taraf farklı maksatla konuşur. Bu tecrübe, sunumumu bireyin bilinçli psikolojisine daha çok dayandırmamın başka bir nedenidir, çünkü burada en azından belirli bir nesnel temelimiz var, psikolojik ilkeleri bilinçdışına dayandırmaya çalışhğımız an bu temel yıkılır. Zira bu durumda gözlemlenen nesnenin bu meselede söyleyeceği bir şey olmazdı, çünkü kendi bilinçdışı kadar başka hiçbir şeyden bu kadar habersiz değildir. O zaman yargı tamamıyla öznel gözlemciye bırakılır -gözlemlenene zorla dayahlan, gözlemcinin bireysel psikolojisine dayanacağının kesin garantisi. Bence, hem Freud'un hem de Adler'in psikolojilerinde durum budur. Birey yargılayan gözlemcinin tamamıyla merhametine kalır -gözlemlenenin bilinçli psikolojisi temel kabul edildiğinde durum asla böyle olamaz. Her şeyden önce, tek yetkili yargıç odur, çünkü bilinçli saiklerini bir tek kendisi bilir.
Bu tiplerin ikisinin de hayatını bilinçli yönetmesinin belirgin özelliğini oluşturan aklîlik akıldışı ve ilineksel olan her şeyi kasten dışlamayı gerektirir. Böyle bir psikolojide aklî yargı, hayattaki dağınıklığı ve arıziliği belli bir kalıp haline gelmeye zorlayan ya da en azından bunu yapmaya çalışan güçtür. Belirli bir seçim bunun sunduğu ihtimaller arasından yapılır, sadece aklî olanlar kabul edilir; ama öte yandan, hayatta olagelenleri algılamaya yardım eden psişik işlevlerin bağımsızlığı ve etkisi bu nedenle sınırlanır. Duyumun ve sezginin bu sınırlanması haliyle mutlak değildir. Bu işlevler eskisi gibi mevcuttur ama ürünleri aklî yargının seçimine bağlıdır. Örneğin eyleme karar veren, böyle bir duyumun yoğunluğu değil, yargıdır. Dolayısıyla, algılama işlevleri bir anlamda birinci tipin durumunda hissetmeyle, ikinci tipin durumunda düşünmeyle aynı kaderi paylaşır. Bunlar görece ve bu nedenle farklılaşmanın yetersiz durumunda bashrılır. İki tipimizin de bilinçdışına kendine özgü bir damga vurur bu: Bilinçli ve kasıtlı yaptıkları, akla (kuşkusuz onların aklına) uygundur ama yaşadıkları çocuksu doğaya, ilkel duyumlara ve sezgilere uygundur. Her halükârda bu tiplerin yaşadıkları (kendi bakış açılarından) akıldışıdır. Ama çok sayıda insanın hayatı aklî niyetlerin yönettiği eylemlerden çok olagelenlerden ibaret olduğu için, böyle biri iki tipimizi de yakından gözlemledikten sonra, onları kolayca akıldışı diye tanımlayabilir. İnsanın bilinçdışının gözlemcinin üzerinde bilincinden daha güçlü bir izlenim bırakhğı, eylemlerinin aklî niyetlerinden çok daha önemli olduğu çok sık kabul edilmelidir.
İki tipin de aklîliği nesneye yöneliktir ve nesnel verilere dayanır. Kolektif olarak aklî diye düşünülene uygundur. Onlar için, genelde aklî diye düşünülenin dışında hiçbir şey aklî değildir. Ne var ki akıl büyük ölçüde öznel ve bireyseldir. Tiplerimizde bu kısım bastırılır, nesne önem kazandıkça giderek bastırılır. Hem özne hem de öznel mantık sürekli bastırılma tehlikesi altındadır; özne ve öznel mantık bashrılma tehlikesine karşı koyamadığında, çok nahoş nitelikleri bulunan bilinçdışının tiranlığına yenik düşer. Onun kendine özgü düşünüşünden daha önce söz ettik. Ama bunun yanında, ilkel duyumlar vardır, bunlar kendilerini zorlanımlı şekilde ifade eder, örneğin akla gelen her şekilde zorlanımlı haz arayışı biçiminde; ilgili kişi ve yakınındaki herkes için kesin bir işkence halini alabilen ilkel sezgiler de vardır. Nahoş ve üzücü her şey, iğrenç, nefret uyandıran ve kötü olan her şey ortaya çıkarılır ya da kuşku götürür, çoğu durumda en zehirleyici yanlış anlamalara yol açtığı tahmin edilen yarı-doğrudur bu. Bilinçdışı zıt öğeler o kadar güçlüdür ki aklın bilinçli kuralını sık sık sekteye uğratır; birey şans eseri olagelenlerin kurbanı olur; bunlar bireye zorlanımlı bir etki yapar, çünkü ya bireyin duyumlarını beslerler ya da birey onların bilinçdışı önemini sezer.
Duyum
Dışadönük tutumda nesne duyumu en üst düzeyde koşullandırır. Duyu algısı olan duyum, haliyle, nesneye bağlıdır. Ama haliyle, özneye de bağlıdır, bu nedenle, nesnel duyumdan tamamıyla farklı türde öznel duyum da vardır. Dışadönük tutumda duyumun öznel bileşeni, bilinçli uygulaması söz konusu olduğunda, ya engellenir ya da bastırılır. Keza, akıldışı bir işlev olarak duyum düşünme ya da hissetme ön sırayı aldığında büyük ölçüde bashrılır; yani bilincin aklî tutumu ilineksel algıların bilinçli içerikler haline gelmesi ne -tek kelimeyle, onları kaydettiğinde- fırsat tanıdığında bilinçli bir işlevdir. Duyusal işlev daha dar anlamda kuşkusuz mutlaktır; örneğin her şey fizyolojik sınırda görülür ya da işitilir ama algının kavranması için sahip olması gereken eşik değere her şey ulaşamaz. Duyum, başka bir işlevi destekleme yerine baskın olduğunda bu farklıdır. Bu durumda, nesnel duyumun hiçbir öğesi dışlanmaz ve (daha önce söz edilen öznel bileşen dışında) hiçbir şey bastırılmaz.
Duyum en çok nesne tarafından koşullandığından, en güçlü duyumları harekete geçiren nesneler bireyin psikolojisini belirler. Sonuç, nesneyle güçlü bir duyusal bağdır. Bu durumda, duyum en güçlü hayati içgüdüyle donanmış hayati bir işlevdir. Nesneler duyumları harekete geçirdiği ölçüde değerlidir ve duyumun gücü dahilinde bulundukları ölçüde nesneler aklî yargılarla bağdaşsın bağdaşmasın tamamıyla kabul edilir. Nesnelerin değerinin tek ölçütü nesnelerin niteliklerinin meydana getirdiği duyumun yoğunluğudur. Bu durumda, duyumları harekete geçiren bütün nesnel süreçler bilinçte ortaya çıkar. Ne var ki ancak somut duyuyla algılanan nesneler ya da süreçler dışadönüğün duyumlarını harekete geçirir; özellikle de her yerde herkesin somut olarak hissettiği duyumlar... Bu durumda, böyle bir bireyin yönelimi saf duyusal gerçekliğe uyar. Yargılama, aklî işlevler duyumun somut olgularına tabidir ve bu nedenle, olumsuz, çocuksu ve arkaik özellikler sergileyerek daha az farklılaşmış işlevlerin bütün niteliklerini haizdir. En çok bashnlan işlev, haliyle, duyumun zıddıdır –bilinçdışı algılama işlevi olan sezgidir.
Dışadönük Duyum Tipi
Başka hiçbir insan tipi gerçekçilikte dışadönük duyum tipinin dengi olamaz. Onun nesnel olgular duyusu olağanüstü gelişkindir. Hayatı somut nesnelerden edindiği gerçek tecrübelerin birikimidir, tipi ne kadar barizse tecrübesinden o kadar az yararlanır. Bazı vakalarda hayatındaki olaylar "tecrübe" adını pek hak etmez. Tecrübeleri çok çok yeni duyumlara rehberlik eder; ilgi alanına giren yeniliği duyum yoluyla elde eder ve bu yenilik amaca hizmet etmelidir. Hayli gelişmiş gerçeklik duyusuna aklîliğin işareti diye bakıldığı için, böyle insanlara çok aklî diye saygı gösterilir. Ama aslında durum böyle değil, çünkü rastlantı eseri akıldışı olayların karşısında insanlar aklî olaylardaki kadar kendi duyumlarının merhametine kalır. Bu tip -anlaşılan, çoğu insan- duyumun "merhametine" kaldığını haliyle düşünmez. Konunun çok dışında diye bu görüşle alay eder, çünkü onun için duyum hayatın somut ifadesidir -düpedüz, dolu dolu yaşanan gerçek hayattır. Bu tipin amacı somut keyiftir ve ahlakı da buna göre yönlendirilir. Aslında doğru keyfin kendine özel ahlakı, ölçülülüğü ve yasallığı, diğerkâmlığı ve özveride bulunma isteği vardır. Bu asla o kişinin tensel ya da kaba olduğu anlamına gelmez, zira duyumları her ne kadar soyut olacak olsa da, somut duyum ilkesinden hiç sapmadan, estetik saflığın en ince perdesine kadar duyumunu farklılaştırabilir. Wulfen'in Der Genussmensch: ein Cicerone des rücksichtslosen Lebensgenuss çalışması bu tür bir tipin apaçık itirafıdır, sırf bu nedenle kitap okunmaya değer gibi geliyor bana.
Bu tip daha alt düzeylerde maddi gerçekliğe sevdalıdır, yansıtma eğilimi azdır, egemenlik arzusu yoktur. Nesneyi hissetmek, duyumlar edinmek ve mümkünse duyumlardan keyif almak -onun değişmeyen amacı budur. Hiçbir surette sevimsiz değildir, tam tersine, hayat dolu haz alma kapasitesi onu çok hoş bir arkadaş yapar; genellikle keyifli bir ahbap, kimi zaman da incelikli bir estettir. Hoş bir arkadaş olarak hayatın büyük problemlerini iyi ya da şöyle böyle bir akşam yemeğinde erteler; incelikli bir estet olarak ise her şey bir zevk meselesidir. Nesne onda duyum uyandırdığında geriye bu konuda söyleyecek ya da yapacak bir şey kalmaz. Somut ve gerçek dışında bir şey olamaz bu; somutu aşan varsayımlara ancak duyumu zenginleştirmeleri koşuluyla meydan verilir. Yoğunlaşmanın ille de haz vermesi gerekmez, zira bu tipin adi seks düşkünlüğüne ihtiyacı yoktur; o sadece en güçlü duyumları arzu eder ve doğası gereği bunları ancak dışarıdan alabilir. İçten gelen duyum ona hastalıklı ve kuşkulu görünür. Düşüncelerini ve hislerini her zaman nesnel nedenlere, mantığa en bariz aykırılıkların hiç sorun çıkarmadığı nesnelerden gelen etkilere indirger. Maddi gerçekliği herhangi bir biçimde bir kez geri alabildi mi, yeniden soluk alır. Bu bakımdan, şaşırtacak derecede safdildir. Psikolojik kökenli semptomu tereddüt etmeden barometrenin düşmesine bağlar, öte yandan, psişik çahşmarun mevcudiyeti ona hastalıklı bir imgelem gibi gelir. Sevgisi, nesnenin fiziksel çekiciliklerine tarhşma götürmez şekilde kök salar. Normalse, gerçekliğe bariz uyum sağlar. Onun ideali budur; hatta bu, başkalarını göz önüne almasına da neden olur. Fikirlerle ilgili hiçbir ideali yoktur, olayların mevcut haliyle gerçekliğinin aksine davranmasının hiçbir nedeni yoktur. Hayahndaki bütün dışsallıklarda kendini gösterir bu. Ortama uygun tarzda giyinir; arkadaşları için bol içkili iyi bir sofra kurar, onlara kendilerini çok önemli hissettirir ya da en azından ince zevkinin onlardan birkaç talepte bulunma hakkını kendisine verdiğini anlamalarını sağlar. Stil için kesinlikle bazı özverilerin değdiğine bile onları ikna edebilir.
Yine de duyum, ne kadar ağır basar da özne onun gerisinde kaybolursa bu tip o kadar az hoş olur. Zevk arayan kaba saba birine döner ya da yozlaşıp ahlaksız, verimsiz bir estet haline gelir. Onun için nesne asla vazgeçilmez olmakla birlikte, bizatihi mevcut bir şey olarak yine de değer kaybeder. Acımasızca sömürülür, sıkıp suyu çıkarılır, çünkü arhk sadece duyumu uyarmak için kullanılır. Nesneye kölelik en uç sınırına götürülür. Sonuçta, bilinçdışı, telafi edici rolünü bırakıp açık muhalefete zorlanır. Her şeyden önce, bashrılmış sezgiler kendilerini yansıtmalar biçiminde göstermeye başlar. En tuhaf kuşkular ortaya çıkar; nesne cinsel nesneyse kıskanç fanteziler ve kaygı durumları galebe çalar. Daha akut durumlarda her tür fobi, özellikle zorlanım semptomları gelişir. Patolojik içeriklerin sıklıkla ahlaki ve dini özelliğiyle birlikte kayda değer bir gerçekdışı karakteri vardır. Ardından kılı kırk yaran bir titizlik, ya da anlaşılması zor ayinlere başvurulan "büyü gibi" ilkel batıl inançlarla birleşmiş anlamsız titizlikte ahlakçılık gelir. Bütün bunların kaynağı bilinçli tutuma sert muhalefet etmeye sürüklenen bastırılmış alt işlevlerdir, bu işlevler bilinçli gerçeklik duyusunun tam tersi olan en saçma varsayımlara dayandığından, çok daha çarpıcı bir kisvede belirir. Bu ikinci kişilikte, düşünmenin ve hissetmenin bütün yapısı patolojik parodiye dönüşmüş gibidir: Akıl kılı kırk yaran titizliğe, ahlakçılık iç karartan ahlaki değerlendirmeye, din gülünç batıla, insanın en soylu armağanı sezgi her köşeye bumunu sokan işgüzar müdahaleciliğe dönüşür; çok uzağa bakmak yerine, insanın basitliğinin en alt seviyesine iner.
Nevrotik semptomların özellikle zorlanımlı karakteri saf duyum tipinin rahat tutumunun bilinçdışı dengidir, aklî yargının bakış açısından, bu tip olagelen her şeyi ayrım gözetmeden kabul eder. Hiçbir surette bu, mutlak yasasızlığı ve dizginlemenin olmadığını ima etmemekle birlikte yine de bu tipi yargının asıl dizginleyici gücünden yoksun bırakır. Ama aklî yargı, aklî tipin kendisine kendi özgür iradesini dayattığı izlenimini veren bilinçli bir zorlamadır. Duyum tipini bu zorlama zorlanım biçiminde bilinçdışından ele geçirir. Dahası, bir yargının mevcudiyeti, aklî tipin nesneyle ilişkisinin, duyum tipi vakasındaki gibi, asla mutlak bağ halini almayacağı anlamına gelir. Tipin tutumu anormal derecede tek taraflılığa vardığında, nesnenin pençesine bilinçli olarak düşmesiyle aynı ölçüde bilinçdışının egemenliğine girme tehlikesi vardır. Bu tip nevrotik olursa onu aklî yollarla tedavi etmek çok daha zordur, çünkü analistin başvurması gereken işlevler görece farklılaşmamış durumdadır; bu işlevlere az güvenilebilir ya da hiç güvenilmeyebilir. Kişiyi bilinçli duruma getirmek amacıyla, duygusal baskıya dayanacak duruma getirmek için genellikle özel teknikler gerekir.
Sezgi
Dışadönük tutumda bilinçdışı algı işlevi olarak sezgi tamamıyla dış nesnelere yönelir. Sezgi genellikle bilinçdışı süreç olduğu için doğasını kavramak çok zordur. Bilinçte, sezgi işlevi bekleyiş tutumu, görü ve nüfuz etmeyle ifade edilir; ama "görülenin" ne kadarının aslında nesne olduğu, ne kadarının "okunabildiği" sonradan ortaya çıkan sonuca göre belirlenebilir. Baskın işlev olduğunda, duyum gibi sezgi de nesne için başka bir önem taşımayan sırf bir tepki süreci değil, nesnesini ele geçirip biçimlendiren bir eylemdir, bu durumda, sezgi sırf algı ya da görü değil, nesneyi dışarı çıkardığı kadar içeri de alan yaratıcı, aktif bir süreçtir. Bunu bilinçdışı yaptığı için, nesnenin üzerinde bilinçdışı etkisi de vardır.
Ne var ki sezginin birincil işlevi, başka işlevlerin aktaramadığı ya da ancak çok dolambaçlı yoldan aktarabildiği şeyler arasındaki ilişkilerin algılarını ya da imgelerini aktarmaktır düpedüz. Sezgiye ne zaman öncelik verilse bu imgeler eylemin üzerinde belirleyici bir etki yapan spesifik içgörü değerini haizdir. Bu durumda, psişik uyum neredeyse tamamıyla sezgilere dayanır. Düşünme, hissetme ve duyum büyük ölçüde bastırılır; bunlardan en çok duyum müteessir olur, çünkü bilinçli duyu işlevi olarak, sezginin önündeki en büyük engeldir. Duyum net, tarafsız, naif algıya engeldir; araya giren duyusal uyaranlar dikkati fiziksel yüzeye, sezginin görmeye çalıştığı şeyin etrafındaki ve ötesindekilere yöneltir. Ama dışadönük sezgi genelde nesnelere yöneldiğinden, duyuma gerçekten çok yaklaşır; aslında, dış nesnelere yönelik bekleyiş tutumu muhtemelen duyumdan yararlanır. Bu nedenle, sezgi işlevini doğru düzgün yaparsa, duyum büyük ölçüde baskılanmalıdır. Bu örnekte duyumdan kastım, açıkça tanımlanmış fizyolojik ve psişik veri olarak anlaşılan basit ve doğrudan duyu-izlenimidir. Önceden açıkça belirlenmelidir bu, çünkü bir sezgisele kendini nasıl yönlendirdiğini sorarsam, duyu-izleniminden neredeyse ayırt edilemeyen şeylerden söz edecektir. Hatta "duyum" kelimesini çok sık kullanacaktır. Duyumları kuşkusuz vardır ama ona duyumları rehberlik etmez; duyumlarını sadece algılarının başlangıç noktası olarak kullanır. Bunları bilinçdışı tercihiyle seçer. Fizyolojik anlamda, başlıca değerle uyumlu olan en güçlü duyum değildir, sezgiselin bilinçdışı tutumuyla değeri artan duyumdur. Duyum önünde sonunda bu yolla başlıca değeri edinir ve sezgiselin bilincine saf duyum gibi gelir. Ama aslında böyle değildir.
Bir tek gerçeğin en üst düzeyi eksiksiz hayat görünümü verebildiği için, dışadönük duyumun bu düzeye ulaşmaya çabalaması gibi, sezgi de en geniş imkân yelpazesini anlamaya çalışır, çünkü ancak tasavvur edilen imkânlar sezgiyi tam olarak tatmin eder. Nesnel durumun dağarcığında bulunan imkânları keşfetmek ister; bu nedenle, ikinci derecede işlev olarak (yani öncelikli durumda olmadığında), başka hiçbir işlev umutsuzca önü kesilmiş durumdan çıkış yolu bulamadığında, oyuna otomatik olarak yardımcı girer. Baskın işlev olduğunda, hayatta her sıradan durum sezginin açması gereken kilitli bir oda gibi gelir. Dış hayatta sürekli çıkışlar ve yeni imkânlar arar. Sezgisel için, mevcut her durum çok kısa sürede hapishane, kırılması gereken zincir halini alır. Nesneler çözüm getirmeye, kurtarmaya yarayacaksa ya da yeni bir imkânın keşfine neden olacaksa nesnelerin bir süre abartılı bir değeri var gibi gelir. Yine de atlama taşı ya da köprü olarak amaca hizmet eder etmez toptan değerlerini kaybederler, külfetli eklentiler diye bir köşeye atılırlar. Olgular, bunların dışında ilerlemek ve bireyi bunların iktidarından kurtarmak için yeni imkânlar verirse kabul edilir. Yeni oluşan imkânlar zorlayan saiklerdir, sezgi onlardan kaçamaz ve başka her şey onlara feda edilmelidir.
Dışadönük Sezgisel Tip
Sezgi ne zaman ağır bassa, apaçık kendine özgü bir psikoloji ortaya çıkar. Dışadönük sezgiyi nesne yönlendirdiği için, dış durumlara belirgin bir bağımlılık vardır ama duyum tipinin bağımlılığından tamamıyla farklıdır bu. Kabul edilmiş gerçeklik-değerlerinin dünyasında sezgisel tip asla yoktur ama oluşum aşamasında bulunan her yeniliğin kokusunu alan keskin bir bumu vardır. Hep yeni imkânlar aradığı için, istikrarlı koşullar onu boğar. Yeni nesneleri ya da durumları büyük bir güçle, kimi zaman da olağanüstü coşkuyla yakalar, bunların kapsamını öğrenir öğrenmez ve daha başka gelişmeler de tahmin edilemediğinde, vicdan azabı duymadan ve açıkçası hatırlamadan bunları soğukkanlılıkla bırakır. Yeni bir imkân çıkar çıkmaz, sezgisel, ona kaderin prangalarıyla bağlanır. Sanki yeni durumda bütün hayatı aniden kayıplara karışır. Kendisinin de paylaştığı gibi, nihai dönüm noktasına her zaman ucu ucuna vardığı, bundan böyle başka bir şey düşünemeyeceği, hissedemeyeceği izlenimi edinilir. Bunun ne kadar mantıklı ve uygun olabildiği önemli değildir, her makul argümanın bunun istikrarından söz etmesine rağmen, bir gün gelecek, özgürlük ve kurtuluş vadeder gibi görünen duruma hapishane diye bakmaktan ve ona göre davranmaktan hiçbir şey bu tipi vazgeçiremeyecektir. Ne akıl ne his onu dizginleyemeyecek ne de yeni bir imkân daha önceki görüşlerine ters düşse bile onu korkutamayacaktır. Kanının vazgeçilmez bileşenleri olan düşünme ve hissetme bu tipin alt işlevleridir, hiçbirinin önemi yoktur, bu nedenle de, sezginin gücüne etkinlikle karşı koyamazlar. Yine de bu işlevler, sezgisel tipte hiç bulunmayan yargıyı sağlayarak onun üstünlüğünü telafi edebilen tek işlevlerdir. Sezgiselin ahlakını ne düşünme ne de hissetme yönetir; kendi karakteristik ahlakı vardır, bu ahlak onun vizyonuna sadakatle bağlıdır, vizyonun otoritesine gönüllü boyun eğer. Başkalarının iyiliğini yeterince göz önüne almaz. Onların psişik esenliği kendisininki kadar az anlam ifade eder. Onların inançlarına ve hayat tarzlarına da keza pek aldırmaz, bu nedenle, sıklıkla ahlaksız ve ilkesiz bir maceraperest yerine konur. Sezgisi dış nesnelerle ve onların imkânlarını ortaya çıkarmakla ilgili olduğu için, onları kolayca birer mesleğe dönüştürebilir, bu kapasitelerini tam anlamıyla kullanır. Birçok zengin tüccar, girişimci, spekülatör, komisyoncu, politikacı vb. bu tipe mensuptur. Yine de bu tip erkeklerden çok kadınlarda daha yaygın gibidir. Kadınlarda sezgi kapasitesi profesyonel alanda sosyal alandaki kadar fazla kendini göstermez. Böyle kadınlar her sosyal fırsattan yararlanma sanatını anlarlar, doğru sosyal bağlantılar kurarlar, başarı şansı olan erkekleri arayıp bulurlar, ancak yeni imkânlar uğruna yine her şeyi terk ederler.
Böyle bir tipin hem ekonomik hem de kültürel açılardan olağandışı önemli olduğunu söylemek gerekmez. İyi niyetliyse yani tutumu çok benmerkezci değilse yeni girişimleri başlatan ya da destekleyen biri olarak sıra dışı bir hizmet verebilir. Gelecek vadeden her azınlığın doğal savunucusudur. Nesnelerden çok insanlara yöneldiğinde, onların yeteneklerine ve potansiyellerine sezgileriyle tanı koyabildiği için, insanları "yaratabilir" de. Herhangi bir yenilik için cesaret esinleme ya da coşku uyandırma kapasitesi rakipsizdir, gerçi ertesi günü çoktan buna dirsek çevirmiş olabilir. Sezgisi ne kadar güçlüyse tasavvur ettiği bütün imkânlarla Ben'i o kadar karışıp kaynaşır. Vizyonunu hayata geçirir, onu inanarak ve dramatik bir ateşle sunar, deyim yerindeyse somutlaşhrır. Ama bu oyun oynamak değildir, bir tür kaderdir.
Bu tutum haliyle büyük tehlikeler barındırır, zira sezgisel tip, şeyler ve insanlar için hayalını çok kolayca boşa harcayabilir, bolluk içinde yaşadığı kulaktan kulağa yayılır ki o değil, başkaları böyle yaşar. Olduğu yerde kalsaydı, emeklerinin meyvelerini toplardı; ama başkaları toplaşıp hasat yaparken o yeni ektiği tarlalarını bırakıp yeni bir imkamn peşinden koşmalıdır hep. Sonunda eli boş, çekip gider. Ama sezgisel, işlerin böyle bir noktaya gelmesine fırsat verdiğinde, kendi bilinçdışı da ona zıthr. Sezgiselin bilinçdışının duyum tipininkiyle benzerliği vardır. Büyük ölçüde bashrılan düşünme ve hissetme, zıt tipinkine benzeyen çocuksu, arkaik düşünceler ve hisler üretir. Bunlar onunki kadar saçma yoğun yansıtmalar biçimini alır, gerçi onun "büyülü" karakterinden yoksundurlar, ağırlıklı olarak cinsel kuşkular, finansal riskler ve içe doğan hastalık vb. gibi yarı-gerçeklerle ilgilidirler. Bu farkın nedeni gerçek duyumları bashrmak gibi gelir. Örneğin sezgisel aniden kendini hayli uygunsuz bir kadının -ya da kadının durumunda, uygunsuz bir erkeğin- tuzağına düşmüş bulduğunda, bunlar kendilerini hissettirir, çünkü bu insanlar arkaik duyumlara neden olurlar. Hiç kimseye hiçbir iyilik vadetmeyen bilinçdışı, zorlanımlı bir bağa yol açar bu. Bu tür vakalar duyum tipi gibi sezgiselin de yatkın olduğu bizatihi zorlanım semptomlarıdır. Sezgisel de benzer bir özgürlüğü ve bütün kısıtlamalardan muaf olmayı iddia eder, kararlarını hiçbir aklî yargıya bırakmaz, şansın yoluna çıkardığı imkânlar için koku alma yeteneğine güvenir. Kendini aklın kısıtlamalarından muaf tutar ve aşırı zor algılanan muhakemeler, kılı kırk yaran diyalektikler, duyumla nesnenin oluşturduğu zorlarumlı bir bağ biçiminde nevrotik zorlanımların kurbanı olur. Hem duyuma hem de nesneye karşı bilinçli tutumu acımasız bir üstünlük tutumudur. Bununla acımasızlığı ya da üstünlüğü kastetmez -sadece başka herkesin gördüğü ve hor kullandığı nesneyi görmez, hpkı duyumsal tipin nesnenin ruhunda gözü olmadığı gibi. Ama nesne öcünü zorlanımlı evhamlı fikirler, fobiler ve bedende imgelenebilen her tür saçma duyumla er geç alır.
Dışadönük Akıldışı Tiplerin Özeti
Önceki iki tipe, daha önce tarhşılan nedenlerle, yani yaptıkları ya da yapmadıkları aklî yargıya değil, algının katıksız yoğunluğuna dayandığı için akıldışı diyorum. Onların algısı vuku bulduğu haliyle doğrudan olaylara yönlenir, yargıyla hiçbir seçim yapılmaz. Bu bakımdan, yargılayan iki tipe göre bunların kesin bir avantajı vardır. Nesnel olaylar hem yasaya uygundur hem de ilinekseldir. Bunlar yasaya uydukları ölçüde akla yatkındır; ilineksel oldukları ölçüde akla yatkın değildir. Tam tersine, akla yatkın bir veçhe sunduğunda olayın yasaya uygun olduğunu da söyleyebiliriz, içinde hiçbir yasa bulamadığımız bir veçhesini sunduğunda ilineksel deriz. Evrensel yasallık varsayımı sadece aklın varsayımıdır, hiçbir surette algısal işlevlerimizin varsayımı değil. Bunlar akıl ilkesine ve aklın varsayımlarına hiçbir yolla dayanmadığı için, doğaları gereği akıldışıdır. Algı tiplerine doğaları gereği "akıldışı" dememin nedeni budur. Ama algıyı yargıdan önemli saydıkları için, bu tiplere "mantıksız" diye bakmak çok yanlış olur. Onlara, en üst derecede ampirik demek daha doğrudur. Tecrübe temeline dayanırlar özellikle -öyle müstesna ki yargıları tecrübelerine ayak uyduramaz. Ama yargı işlevleri büyük ölçüde bilinçdışı bir varoluşu zar zor bir araya getirmekle birlikte yine de vardır. Bilinçdışı, bilinçli özneden ayrılmasına rağmen, her zaman sahneye çıkhğı için, akıldışı tiplerin gerçek hayatlarında çarpıcı yargıları ve seçme edimlerini fark ederiz ama bunlar bariz safsatalar, soğukkanlı eleştiriler, görünüşte kişilerin ve durumların hesaplı seçimi biçimini alır. Bu ayına özelliklerin epeyce çocuksu, hatta ilkel bir karakteri vardır; iki tip de kimi zaman acımasız, kaba saba ve şiddet eğilimli olduğu kadar şaşırtacak kadar da naiftir. Bu insanların gerçek karakteri aklî tiplere en kötü anlamda aklî ve hesapçı gibi gelebilir. Ama bu yargı ancak onların bilinçdışıları için geçerlidir, bu nedenle, tamamıyla algının yönlendirdiği bilinçli psikolojileri için hiç doğru değildir ve akıldışı doğası nedeniyle, aklî yargı için çok muğlaktır. Hatta, böyle karmakarışık ilinekseller, aklî zihin nezdinde "psikoloji" adını pek hak etmez. Akıldışı tip, zıddının küçümseyici görüşüne benzer bir karşı saldırıda bulunur: Tek amacı yaşayan her şeye aklın prangalarını vurmak ve onu yargılarla boğmak olan yarı canlı bir şey gibi görür onu. Bunlar aptalca uç örneklerdir ama vuku bulur.
Aklî tipin bakış açısından, diğer tipin yetersiz bir aklî tür olduğu kolayca belirtilebilir -yani başına gelenlere bakarak yargılandığında. Zira başına gelenler ilineksel değildir - burada efendi kendisidir. Bunun yerine, başına gelen kazalar aklî yargılar ve aklî niyetler biçimini alır, bunlar ona dengesini kaybettirir. Aklî zihin için bu neredeyse düşünülemezdir ama bu düşünülmezlik, aklî fikirleri gerçek ve yaşayan oluşumların üzerine koyan biriyle karşı karşıya geldiğinde akıldışı tipin yaşadığı şaşkınlığa denktir. Böyle bir şey ona pek inanılır gibi gelmez. Onunla bunları ilke meseleleri olarak tartışmakta hiç umut yoktur, zira aklî için müzakere ve yükümlülük olmaksızın anlaşma yapmanın düşünülemez olması gibi, onun için de bütün aklî iletişim yabancı ve iticidir.
İki tip arasında psişik ilişki problemine getiriyor beni bu. Modem psikiyatride psişik ilişki Fransız hipnozculann terminolojisinin izinden giderek "ahenk" diye biliniyor. Ahenk kabul edilen farklara rağmen temelde anlaşma hissine dayanır. Aslında, farkların mevcudiyetini kabul etme, karşılıklı olursa bizatihi ahenktir, anlaşma hissidir. Belli bir durumda bu hissi her zamankinden daha fazla bilinçli hale getirirsek onun sadece doğası daha fazla analiz edilemeyen bir his olmadığını, aynı zamanda anlaşma noktasını kavramsal biçimde sunan bir içgörü ya da biliş içeriği olduğunu keşfederiz. Bu aklî sunum sadece aklî tipler için geçerlidir, akıldışı için değil, çünkü onun ahengi yargıya değil yaşanan olayların benzerliğine dayanır. Onun anlaşma hissi duyumun ya da sezginin ortak algısından gelir. Aklî tip, akıldışıyla ahengin tamamen şansa bağlı olduğunu söyler. Nesnel durumlar rastlantı eseri bire bir uyumluysa insan ilişkisi gibi bir şey meydana gelir ama hiç kimse bunun ne kadar geçerli olduğunu ya da ne kadar süreceğini söyleyemez. Dış koşullar ve şans ortak çıkar sağladığı ölçüde ilişkinin süreceği düşüncesi aklî tip için üzücüdür. Ona bu özellikle insani gibi gelmez, oysa akıldışı bunda tamamıyla kendine özgü güzellikle insani bir durum görür. Sonuç olarak, her biri öbürüne ilişkiden yoksun, güvenilmez ve makul koşullarda asla geçinilemeyen biri diye bakar. Ne var ki bu mutsuz sonuca ancak biri diğerleriyle ilişkilerinin doğasını değerlendirmek için bilinçli bir çaba gösterdiğinde ulaşılır. Ama bu tür bir psikolojik bilinç çok yaygın olmadığı için, mutlak görüş farkına rağmen yine de şu yolla ahenk meydana gelir: Dile getirilmemiş bir yansıtmayla bir taraf diğerini bütün ana hatlarda kendisiyle aynı görüşte sanır, diğeriyse nesnel bir çıkar topluluğunu tahmin eder ya da hisseder, ancak ilk söz edilenin bu konuda bilinçli bir tahmini yoktur, zaten olsa bunu tarhşmaya açardı, diğerinin aklına da ilişkisinin ortak bir bakış açısına dayanabileceği gelmez. Bu tür ahenk bir hayli sıktır; karşılıklı yansıtmaya dayanır ve daha sonra birçok yanlış anlamanın kaynağı halini alır.
Dışadönük tutumda psişik ilişkiyi her zaman nesnel etkenler ve dış belirleyiciler yönetir. İnsanın kendi içinde ne olduğunun asla keskin bir önemi yoktur. Zira günümüzün kültüründe insan ilişkisi problemi için dışadönük tutum önemli bir ilkedir; içedönük ilke de haliyle meydana gelir ama hala istisnadır ve çağın hoşgörüsünden destek aramalıdır.
İçedönük Tip
Genel Bilinç Tutumu
Önceki altbölümde açıkladığım gibi, içedönük dışa- dönükten farklıdır, içedönük dışadönük gibi nesne ve nesnel veriler tarafından yönlendirilmez, öznel etkenler tarafından yönlendirilir. İçedönüğün nesne algısıyla eylemin arasına öznel görüşü koyduğundan, bunun da eylemin nesnel duruma uygun bir karakteri üstlenmesini engellediğinden söz ettim. Haliyle bu, örnek yoluyla söz edilen ve ancak basit bir misal işlevi görmesi düşünülen özel bir örnektir. Şimdi daha geniş temelde açıklamaya çalışmalıyız.
İçedönük bilinç, dış koşulların haliyle bilincinde olmakla birlikte, sonuç üzerinde rol oynayan öznel belirleyicileri seçer. Dolayısıyla, bireyin öznel mizacı uyarınca duyu uyaranına karşılık veren algı ve biliş etkeni onu yönlendirir. Örneğin, iki kişi aynı nesneyi görür ama gördükleri iki imge kesinlikle birbirinin aynı değildir. Duyu organlarının ve kişisel dengenin değişken keskinliğinin çok dışında, algısal imgenin psişik özümsenmesinde hem tür hem derece olarak genellikle radikal bir fark vardır. Dışadönük, nesneden kendisine gelenden sürekli destek ararken; içedönük, duyu izleniminin öznede kümeleştirdiğine güvenir. Tek bir tamalgı vakasında fark kuşkusuz çok ince olabilir ama psişik tasarrufun yekununda en üst derecede kendini hissettirir, özellikle de Ben'in üzerindeki etkisinde. Weininger gibi ben de içedönük tutumu filotik, otoerotik, benmerkezci, öznelci, bencil vb diye tanımlamaya yatkın olan bakış açısını göz önüne alıyorum – esasında yanlış yönlendiren ve tamamıyla aşağılayan bir bakış açısı. Bu, içedönüğün doğasıyla kıyaslandığında, dışadönük tutumun normal önyargısını yansıtır. Algının ve bilişin tamamıyla nesnel olmadığını, öznelliğin de onları koşullandırdığını unutmamalıyız – gerçi dışadönük unutmaya çok yatkındır. Dünya sadece kendi için mevcut değildir, bana göründüğü haliyle de mevcuttur. Aslında, öznenin özümsemediği bir dünya hakkında yargı oluşturmamıza yardım edebilen hiçbir ölçütümüz kesinlikle yoktur. Öznel etkeni görmezden gelseydik, mutlak biliş imkânına dair büyük kuşkunun tamamıyla inkârı olurdu bu. Yüzyılın başında can sıkan, bayat ve kof pozitivizme geri dönme anlamına gelirdi – hissin hamlığının eşlik ettiği bir entelektüel kibir tutumu ve hayahn haddini bilmez olduğu kadar aptal da olan ihlali. Nesnel biliş kapasitemize aşırı değer vererek, öznel etkenin önemini bastırırız, bu da öznenin inkarı demek. Ama özne nedir? Özne bizzat insandır – özne biziz. Bilişin öznesi olması gerektiğini, "ben biliyorum" denmezse hiçbir bilginin, dolayısıyla, hiçbir dünyanın bulunmadığını, gerçi bu ifadeyle bile toptan bilginin öznel sınırının zaten ifade edildiğini ancak hasta bir zihin unutabilir.
Bütün psişik işlevler için geçerlidir bu: Hepsinin nesne kadar vazgeçilmez olan birer öznesi vardır. Mevcut dışadönük değerler anlayışının belirgin özelliği, "öznel" kelimesinin genellikle ayıplama gibi gelmesidir; her olayda "salt öznel" yakıştırması, nesnenin mutlak üstünlüğüne sınırsızca inanmamış birinin başının üzerinde silah gibi sallanır. Bu nedenle, bu incelemede "öznel"in anlamı konusunda çok net olmalıyız. Ben öznel etkenden şunu anlıyorum: Nesnenin yaptığı etkiyle karışan ve böylece yeni bir psişik veriye neden olan psikolojik eylem ya da tepki. En eski zamanlardan beri ve bütün halklarda öznel etken büyük ölçüde sabit kaldığından ve temel algılarla bitişler neredeyse evrensel olarak aynı olduğundan, dış nesne kadar sağlam tesis edilen bir gerçekliktir. Böyle olmasaydı, kaha ve özünde değişmeyen herhangi bir gerçeklik düpedüz kavranamazdı, geçmişi anlamak imkânsız olurdu. Bu nedenle, öznel etken bu anlamda denizin büyüklüğü ve yeryüzünün çapı gibi kaçınılmaz bir veridir. Bundan başka, hiçbir surette hesaba katmazlık edemeyeceğimiz öznel etken, üzerinde yaşadığımız dünyanın ortak belirleyicisinin bütün değerini haizdir. Başka bir evrensel yasadır bu, her kim bunu dayanak alırsa nesneye güvenen insan kadar güvenli, kaha ve sağlam bir temeli vardır. Ama nesnenin ve nesnel verilerin hep aynı kalmaması, dayanıksız olması, değişime maruz kalması gibi, öznel etken de benzer biçimde değişkenliğe ve bireysel tehlikeye maruz kalır. Bu nedenle, değeri de görecedir. Yani içedönük bakış açısının aşın gelişmesi öznel etkeni daha iyi ve daha sağlıklı kullanmaya neden olmaz, "salt öznel" kınamasından pek de kaçamayan bilincin yapay öznelleşmesine neden olur. Weininger'm "mizotik" tanımına uygun, abartılı dışadönük tutum biçimini alan öznelliğin azaltmasıyla dengelenir. Ama içedönük tutum her zaman var olan, son derece gerçek ve kesinlikle gereken psişik uyum olgusuna dayandığı için, "filotik", "benmerkezci" ve benzeri ifadeler hem yersiz hem de itiraz edilebilirdir, çünkü bunlar her zaman sevgili Ben'in sorunu olan önyargıyı harekete geçirir. Böyle bir varsayımdan daha yanlış bir şey olamaz. Ne var ki dışadönüğün içedönükle ilgili yargılarında bununla hep karşılaşılır. Bu hatayı tek tek dışadönüklere atfetmek istemiyorum kuşkusuz; daha çok bu, genelde kabul gören dışadönük görüşün sonucudur, bu görüş hiçbir surette dışadönük tiple sınırlı değildir, zira içedönüklerin çok zararına olmakla birlikte onların arasında da birçok temsilcisi vardır. Kendi doğasına vefasızlık etmenin ayıbı haklı olarak bu içedönüklere yüklenir, dışadönüklerse en azından suçlanmaz.
Normalde içedönük tutumu öznenin tabiatında var olan kalıtsal psişik yapı yönlendirir. Ne var ki yukarıda Weininger'in tespitlerinde ima edildiği gibi, öznenin Ben'iyle bunun düpedüz aynı olduğu sanılmamalı; daha çok, öznenin psişik yapısı Ben'in gelişiminden önce gelir diye anlaşılmalı. Gerçekte temel özne, kendilik, Benden çok daha kapsamlıdır, çünkü kendilik bilinçdışını da kapsar, Ben ise aslında bilincin odak noktasıdır. Ben, kendilikle aynı olsaydı, rüyalarda kimi zaman kendimizi gayet farklı biçimlerde ve tamamıyla farklı anlamlarda nasıl görebildiğimiz anlaşılamazdı. Ama genel önyargılarla olduğu gibi kendi eğilimiyle de tutarlı olarak, Benini kendilikle karıştırmak, onu psişik sürecin öznesi diye yüceltmek, kendini nesneye yabancılaştıran bilinçliliğin yukarıda söz edilen özneleştirilmesine neden olmak içedönüğün karakteristik özelliğidir.
Psişik yapı Semon'un "mneme" adını verdiğiyle, benimse "kolektif bilinçdışı" dediğimle aynıdır. Bireysel kendilik bütün canlı varlıklarda var olan bir şeyin bir parçası, bir kesimi ya da temsilcisi, türden türe değişen ve her bir üyesinde doğuştan gelen psikolojik davranışın spesifik tarzının bir bileşenidir. Doğuştan gelen eyleme tarzı uzun zamandan beri içgüdü olarak bilinmekte, psişik kavrayışın doğuştan gelen tarzı için arketip terimini öneriyorum. İçgüdüden ne anlaşıldığını herkesin bildiğini sanıyorum. Arketip başka bir meseledir. Benim arketipten anladığım "ilksel imge"yle aynıdır, bu terim Jacop Burckhardt'tan alınmadır ve Analitik Psikoloji Sözlüğü'nde böyle tanımladım. Burada okuru "İmge"nin tanımına yöneltmeliyim.
Hiçbir bilinçli fikir yoksa ya da bilinçli fikirler iç yahut dış nedenlerle engellenmişse her zaman işlev yapmaya başlayan arketip simgesel bir çözümdür. Kolektif bilinçdışının içerikleri bilinçte bariz tercihler ve olaylara kesin bakış tarzı biçiminde temsil edilir. Birey bu öznel eğilimleri ve görüşleri genellikle nesnenin belirlediğini kabul eder -bu doğru değildir, çünkü bunların kaynağı psişenin bilinçdışı yapısındadır, nesnenin etkisiyle açığa çıkarlar. Bu öznel eğilimler nesnenin etkisinden daha güçlüdür, psişik değerleri daha yüksektir, öyle ki bütün izlenimlerin üzerine yerleşirler. İçedönüğe nesnenin her zaman belirleyici etken olmasının anlaşılmaz gelmesi gibi, dışadönük için de öznel bakış açısının nesnel durumdan üstün olabilmesi muamma olmaya devam eder. İçedönüğün ya kendini beğenmiş bir bencil ya da kafadan çatlak bir bağnaz olduğu sonucuna varması dışadönük için kaçınılmazdır. Bugün içedönüğün bilinçdışı bir güç kompleksini barındırmasından kuşku duyulurdu. İçedönük kendini bu kuşkulara maruz bırakır; zira başka her görüşü ta başından beri göz ardı eder gibi görünen kesin ve hayli genelleyen ifade tarzı dışadönüğün bütün önyargılannı destekler. Dahası, öznel yargısının kahlığı kendisine bütün nesnel verilerin üzerinde yer vererek bariz bir benmerkezcilik izlenimi yaratmaya bizatihi yeter. Bu önyargıyla karşılaşan içedönük genellikle doğru argümanda bulunamaz, zira bilinçdışının hiç farkında değildir, ama öznel yargısının ve öznel algılarının dayandığı çok geçerli varsayımların genellikle farkındadır. Cevabı kendi bilincinin gerisinde arayacağı yerde, zamanın modası gereğince dışarıda arar. Şayet nevrotik olursa, Benin kendilikle neredeyse tamamen özdeş olduğunun emaresidir; kendiliğin önemi sıfıra indirgenir, Ben ise ölçüsüz şişer. Öznel etkenin bütün dünyayı yaratan gücü, sınırsız bir güç kompleksi ve saçma bir benmerkezcilik oluşturarak Ben'de yoğunlaşır. İnsan özünü bilinçdışı güç dürtüsüne indirgeyen her psikoloji bu tür mizaçtan kaynaklanır. Örneğin, Nietzsche'nin birçok zevk kusurunun nedeni bilincin bu özneleşmesidir.
Bilinçdışı Tutum
Öznel etkenin bilinçte ağır basması, haliyle, nesnenin değerinin düşmesini gerektirir. Nesneye hak ettiği önem verilmez. Dışadönük tutumda nesne çok büyük rol oynarken içedönük için çok az anlamı vardır. İçedönüğün bilinci öznelleştiği ve Bene aşırı önem verdiği ölçüde, nesne, sonunda hiç savunulmayacak duruma gelir. Nesne, gücü inkar edilemeyen bir etkendir, oysa Ben çok sınırlı ve hassastır. Kendilik nesneye zıtsa bu çok farklı bir meseledir. Kendilik ve dünya eşit etkenlerdir; bu nedenle, normal içedönük tutum, normal dışadönük tutum kadar savunulabilir ve geçerlidir. Ama Ben, öznenin iddialarını gasp etmişse, nesnenin etkisinin telafi yoluyla bilinçdışında güçlenmesine neden olur haliyle. Ben'in üstünlüğünü temin etmek için pozitif konvülsif çabalara rağmen, nesne çok büyük etki yapar, gittikçe namağlup hale gelir, çünkü bireyin aymazlıklarını ele geçirir, onun bilincine zorla girer. Ben'in nesneyle uyumsuz ilişkisi -zira egemen olma arzusu uyum değildir- sonuçta, nesneyle bastırılamayan mutlak bağlantı olarak kendini hissettiren telafi ilişkisi bilinçdışında harekete geçer. Ben bağımsızlığını, zorunluluktan ariyetini ve üstünlüğünü korumak için ne kadar mücadele ederse nesnel verilerin o kadar kölesi olur. Bireyin mali bağımlılığının yüz kızartıcılığı zihinsel özgürlüğüne engel teşkil eder, eylemde bulunma özgürlüğü kamuoyunun karşısında titrer, ahlaki üstünlüğü yetersiz ilişkilerin bataklığına gömülür, egemenlik arzusu acınası sevilme isteğiyle biter. Nesneyle ilişkiyi artık bilinçdışı gözetir, güç yanılsamasını ve üstünlük fantezisini yıkacağı tahmin edilen tarzda bunu yapar. Nesne, bilinçli aşağılanma girişimine rağmen, korkunç roller üstlenir. Sonuçta Ben'in kendini nesneden koparma ve nesneyi kontrol altına alma çabaları daha da şiddet kazanır. Sonunda, en azından üstünlük yanılsamasını koruma amacıyla, (Adler'in uygun bir tarzda tanımladığı) düzenli savunma sistemleriyle kendi etrafını sarar. İçedönüğün nesneye yabancılaşması artık tamamlanır; içedönük bir yandan savunma önlemleri için didinir, öte yandan iradesini nesneye dayatmak ve otoritesini kabul ettirmek için semeresiz girişimlerde bulunur. Nesneden aldığı baskın izlenimler bu girişimlere sürekli ket vurur. Nesne, onun arzusu hilafına kendisini ona dayatır, onda en nahoş ve en zorlu tesirleri meydana getirir, her adımda ona eziyet eder. "Yola devam etmek" için her zaman büyük bir iç mücadele gerekir. Nevrozunun aldığı tipik biçim psikastenidir; belirgin özelliği bir yandan aşın duyarlılık, öte yandan tükenme ve kronik yorgunluğa yatkınlık olan bir hastalıktır.
Kişisel bilinçdışırun analizi sonucu nesne korkusunun eşlik ettiği güç fantezileri kitlesi açığa çıkar; kendisi bunu güçlükle harekete geçirmiştir, sıklıkla da bunun kurbanı olur. Nesne korkusu bir tür kendine özgü korkaklığa dönüşür; kendini ya da görüşlerini hissettirmekten çekinir, bunun sadece nesnenin gücünü artırmasından korkar. Başkalarının güçlü tesirlerinden dehşete kapılır, düşmanca etkilerin altında kalma dehşetinden güçlükle arınır. Nesneler onun için kudretli ve dehşetengiz nitelikleri haizdir – bilinciyle ayırt edemediği ama bilinçdışı algısıyla gördüğünü düşündüğü nitelikler. Nesneyle ilişkisi büyük ölçüde bastırıldığı için, bilinçdışı yolla cereyan eder, burada bilinçdışının niteliklerini yüklenir. Bu nitelikler ekseriyetle çocuksu ve arkaiktir, öyle ki nesneyle ilişki de ilkelleşir, nesneye büyülü güçler bahşedilmiş gibi gelir. Yeni ve yabancı herhangi bir şey sanki bilinmez tehlikeler gizliyormuş gibi korku ve güvensizlik uyandırır; ata yadigarları ve benzerleri görünmez iplerle kişinin ruhuna bağlıdır; herhangi bir değişiklik nesnenin büyülü hareketine işaret ediyor gibi geldiğinden, kesinlikle tehlikeli değilse de altüst eder. Kişinin ideali, kıpırdamasına izin verdikleri dışında hiçbir şeyin kıpırdamadığı bir ıssız adadır. Vischer'ın Auch Einer romanı içedönüğün psikolojisinin bu yanına ve kolektif bilinçdışının altında yatan simgeciliğe derin bir içgörü sağlar. Ama bu simgecilik meselesini bir kenara bırakayım, çünkü tiplerin tanımına özgü değil, genel bir fenomendir.
İçedönük Tutumun Temel Psikolojik İşlevlerinin Özellikleri
Düşünme
Dışadönük düşünüşle ilgili altbölümde içedönük düşünüşün kısa bir tanımını yaptım, burada yeniden ona gönderme yapmalıyım. İçedönük düşünmeyi öncelikle öznel etken yönlendirir. Öznel etken en azından kendini 397 önünde sonunda yargıyı belirleyen rehber bir his olarak ifade eder. Zaman zaman ölçüt görevi yapan az çok tam bir imge halinde ortaya çıkar. Ama içedönük düşünüş ister somut ister soyut nesnelerle ilgili olsun, nihai noktalarda onu hep öznel veriler yönlendirir. Somut tecrübeden geriye, tekrar nesneye dönmez, her zaman öznel içeriğe gider. Bu düşünüşün hedefi ve kökeni dış olgular değildir, gerçi içedönük düşünüşünü sıklıkla böyle göstermek ister. Güncel gerçekliğin dünyasında gezinebilmekle birlikte, özneyle başlar, özneye geri döner. Yeni olguların değerini ancak dolaylı yoldan belirler, çünkü onun başlıca ilgi alanı yeni olgularla ilgili bilgiden ziyade yeni görüşlerdir. Soruları açıklar, teoriler yarahr, yeni beklentilerin ve yeni içgörülerin yolunu açar ama olgular konusunda tutumu çekingendir. Bunlar açıklayıcı örnekler olarak çok iyidir ama baskın hale gelmesine izin verilmemelidir. Olgular kendi adlarına değil, teorinin kanıh diye toplanır. Şayet olgular kendi adlarına toplanırsa dışadönük stilin ayrıcalığı olur bu. Bu tür düşünüş için olguların önemi ikincildir; zihnin gözü önünde belli belirsiz süzülen ilk simgesel imgenin yahut öznel fikrin gelişimi ve sunumu bu düşünüşe olağanüstü önemli gibi gelir. Amacı somut gerçekliğin entelektüel yeniden inşası asla değildir, bu belli belirsiz imgeyi parlak bir fikir şekline getirmektir. Gerçekliğe ulaşmak, dış olgunun fikrin çerçevesine nasıl oturduğunu, çerçeveyi nasıl doldurduğunu görmektir, bu düşünüşün yaratıcı gücü gerçekten bir fikir yarattığında kendini gösterir, somut olgunun doğasında mevcut olmamakla birlikte bu fikir onun en uygun soyut ifadesidir. Oluşturduğu fikir kaçınılmaz biçimde dış olgularda ortaya çıktığında ve bu olgular fikrin gerçekten geçerliliğini kanıtladığında bu düşünüşün görevi tamamlanır.
Ama dışadönük düşünce, somut olgulardan sağlıklı bir ampirik kavram elde edip yenilerini nasıl yaratıyorsa, içedönük düşünüş de ilk imgeyi olgulara yeterince uyarlanmış bir fikre dönüştürebilir. Zira birinci durumda olguların katıksız ampirik birikimi düşünceyi felç ettiği ve olguların anlamını boğduğu gibi, ikinci durumda da içedönük düşünüş olguları imge biçimini almaya zorlamak ya da fanteziye esneklik vermek için olguları tamamıyla göz ardı etmek gibi tehlikeli bir eğilim gösterir. Bu durumda, bitmiş ürünün -fikrin- karanlık arkaik imgeden türediğini kabul etmemek imkânsızdır. Mitolojik motiflere aşina olmayan uzmanların gözüne arkaik karakteri hemen çarpmadığı için, "özgünlük" ya da daha bariz vakalarda garip bir tarz olarak yorumlama eğilimi gösterilen mitolojik bir izi olacaktır bunun. Bu tür bir fikrin ikna etmesinin öznel gücü genellikle çok büyüktür; dış olgularla daha az teması varsa daha da büyüktür. Olguların yetersiz ambarı, fikir babası için o fikrin hakikatinin ve geçerliliğinin gerçek kaynağı gibi gelebilse de gerçekte böyle değildir, zira fikir ikna etme gücünü sonsuza kadar geçerli ve doğru olan bilinçdışı arketipten alır. Ama bu doğruluk öyle evrensel, öyle simgeseldir ki hayatta değerli bir pratik doğru olamadan önce, zamanın kabul görmüş ve kabul görebilen bilgisine benzemelidir ilkin. Örneğin pratik nedenler ve pratik sonuçlar hiçbir yerde kabul edilemezse nedensellik ne olurdu?
Bu düşünüş tarzı, öznel etkenin uçsuz bucaksız doğruluğunda kolayca kaybolur. Görünüşte, gerçek ya da en azından muhtemel olguları gözeterek teori namına teori yaratır, ama bariz bir eğilimle fikirler dünyasından imgeleme her zaman geçişi de göz önünde tutar. Bu nedenle, çok sayıda ihtimal vizyonu sahneye çıkar ama en nihayetinde dış dünyada gerçek olan hiçbir şeyi artık ifade etmeyen, sadece bilinmeyeni ve anlatılamayanı simgeleyen imgeler ortaya çıkıncaya kadar bunların hiçbiri gerçeklik olmaz. Artık bir gizemli düşünüştür ve nesnel verilere bağlı kalan düşünüş kadar semeresizdir. Nesnel verilere bağlı düşünce olguların salt sunumu düzeyine gömülürken, gizemli düşünüş imgede ifade edilebilen her şeyin çok ötesinde, sunulamayarun sunumunda buharlaşır. Olguların sunumunda tartışmasız bir hakikat vardır, çünkü öznel etken dışlanır ve olgular kendi adına konuşur. Keza sunulamayarun sunumunun da doğrudan, öznel ikna gücü vardır, çünkü kendi mevcudiyetini ortaya koyar. Biri, "Est, ergo est" der; diğeri "Cogito, ergo cogito". Uç noktalara giden içedönük düşünüş kendi öznel mevcudiyetinin kanıtına, dışadönük düşünüş nesnel olguyla tam özdeşliğinin kanıtına gelir. Dışadönüğün nesnelerin içinde buharlaşarak kendinden vazgeçmesi gibi, içedönük de kendini her bir içerikten kurtarır, sadece kendi mevcudiyetiyle yetinmelidir. İki durumda da hayatta başka bir gelişme düşünme işlevinin dışına çıkarılır, o zamana kadar görece bilinçdışı durumda mevcut olan başka psişik işlevlerin alanına itilir. Bilinçdışı olguların zenginliği içedönük düşünmenin olağanüstü yoksulluğunu telafi eder. Düşünme işlevi bilinci -yine de tanrıların bütün zenginliğini içeriyor gibi gelen- en küçük ve en boş daireyle kendini sınırlaması için ne kadar çok zorlarsa, kalabalık bir arkaik içerik bilinçdışı fantezileri o kadar zenginleştirir, akıldışı ve büyülü figürlerin gerçek "tantana"sıdır bu, bu figürlerin fizyognomisi, hayatin aracı olarak düşünme işlevinin yerine geçen işlevin doğasına uygundur. Şayet sezgi işlevi yerine geçecekse, "diğer taraf"a Kubin'in ya da Meyrink'in gözleriyle bakılacakhr. Şayet hissetme işlevi olacaksa, o zaman, çelişkili ve anlaşılmaz değer yargılarının eşlik ettiği hiç duyulmamış, fantastik hissi ilişkiler kurulur. Şayet duyum işlevi geçecekse, duyular bedenin içinde ve dışında daha önce hiç yaşanmamış yeni bir şeyin kokusunu alır. Böyle değişiklikleri daha yakından incelemek, bütün karakteristik özellikleriyle birlikte ilkel psikolojinin nüksettiğini kolayca ortaya koyar. Bu yaşananlar, haliyle, hem ilkel hem de simgeseldir; aslında, ne kadar ilksel ve ilkelse gelecekteki hakikati o kadar belirtir. Zira bilinçdışındaki her eski şey bir şeyin gelmek üzere bulunduğuna ima eder.
Sıradan koşullarda, "diğer taraf"a geçme girişimi bile başarılı olmaz – hele bilinçdışı aracılığıyla kurtuluş yolculuğu hiç. Bilinçdışının gerçekliklerine ve bunların belirleyici gücüne Ben'in boyun eğmesine gösterilen bilinçli direniş karşıya geçişi genellikle kapahr. Bu, çözülme durumudur, başka bir deyişle, belirgin özelliğini iç güçsüzlüğün ve giderek artan beyin yorgunluğunun -psikasteni semptomlarının- oluşturduğu nevrozdur.
İçedönük Düşünen Tip
Normal dışadönük düşünen tipe örnek olarak Darwin'i gösterebiliyorsak, Kant da normal içedönük düşünen tipi temsil edebilir. Biri olgulardan söz eder, diğeri öznel etkene güvenir. Darwin nesnel gerçekliğin geniş alanına yayılır, Kant kendini bilgiyi eleştirmekle sınırlar. Cuvier ve Nietzsche daha da keskin bir zıtlık oluşturur.
İçedönük düşünen tipin belirgin özelliğini az önce anlattığım düşünme türünün önceliği meydana getirir. Dışadönük emsali gibi, bu tipi de fikirler çok etkiler, gerçi kendi fikirlerinin kaynağı nesnel veriler değil, öznel temellidir. Dışadönük gibi, içedönük de kendi fikirlerinin izinden gidecektir ama ters yönde: dışa değil, içe yönelik. Hedefi genişlemek değil, yoğunlaşmaktır. Dışadönük emsalinden onu bariz farklı kılan bu esaslardır. Diğerini farklı kılan, yani nesnelerle yoğun ilişki her içedönük tip gibi onda da neredeyse hiç yoktur. Nesne kişiyse, bu kişi sadece olumsuz yönde önem taşıdığını apaçık hisseder; daha ılımlı durumlarda fazlalık olduğunun bilincindedir ama daha uç bir tipin, kendisini, kesinlikle rahatsız eden bir şey olarak uzaklaştırıldığını hisseder. Nesneye kayıtsızlıktan tiksinmeye kadar giden bir yelpazede bu olumsuz ilişki her içedönüğün belirgin özelliğidir ve tipin tanımını son derece zorlaştırır. Bu tiple ilgili her şey gözden kaybolma ve gizlenme eğilimindedir. Yargısı, nesneyle özneden daha az ilgilendiği için, soğuk, sert, keyfi ve acımasız gibi gelir. Muhtemelen bu yargıda nesneye daha çok değer verebilecek hiçbir şey görülemez; nesneyi her zaman devre dışı bırakır, öznenin üstünlüğü hissini verir. Bu tip terbiyeli, dostane ve nazik olabilir ama art düşünceyi açığa vuran belli bir huzursuzluk da her daim fark edilir -başa bela olmasın diye, her ne pahasına olursa olsun yatıştırılması ve gönlü alınması gereken hasmın silahsızlandırılması. Hiçbir anlamda, kuşkusuz bir hasım değildir ama duyarlıysa kendini reddedilmiş, hatta küçümsenmiş hisseder.
Nesne belli miktarda ihmali her zaman kabul etmelidir, hatta patolojik vakalarda gayet gereksiz tedbir önlemleriyle etrafı sarılır. Nitekim bu tip bir yanlış anlama bulutunun gerisinde kayıplara karışma eğilimindedir, tip telafi yoluyla ve alt işlevlerin yardımıyla, gerçek doğasına apaçık zıt düşen uygar bir hava üstlenmeye ne kadar çok uğraşırsa bu bulut o kadar kesifleşir. Kendi fikir dünyasının inşasında hiçbir tehlikeden kaçınmasa da, bir düşünceyi tehlikeli, baltalayıcı, inanca ters olabildiği ya da başkalarının hislerini yaralayabileceği için düşünmekten asla kaçınmasa da, yine de bunu nesnel gerçeklik haline getirmesi gerektiğinde çok büyük bir kaygı ona rahat vermez. Eşyanın tabiabna aykırıdır bu. Fikirlerini dünyaya aktardığında, bunları çocuklarına özen gösteren anne gibi belirtmez, düpedüz oraya ahverir ve fikirleri kendi kendine gelişme kaydedemediğinde son derece canı sıkılır. Hayret uyandıracak kadar beceriksizliğinin ve reklamdan nefret etmesinin bunda payı vardır. Ürünü gözüne doğru ve hakiki görünürse, o zaman pratikte de böyle olmalıdır ve başkaları onun hakikiliğinin önünde eğilmelidir. Başkasının, özellikle nüfuzlu birinin takdirini kazanmak için kendi yolundan pek dönmez. Bunu yapmayı nefsine yedirse de genellikle o kadar beceriksizce yola koyulur ki niyetinin tam tersi olur. Kendi alanında rakiplerinden genellikle kötü tecrübeler edinmiştir, çünkü onlara nasıl yaltaklanacağım hiç anlamaz; esasında, onlara sadece, kendisi için tamamıyla gereksiz olduklarını göstermeyi başarır. Fikirlerinin peşinden giderken genellikle inatçıdır, bildiğini okur ve etkiye kapalıdır. Kişisel etkilere açıklığı buna tuhaf bir şekilde zıthr. Hiç arzu edilmeyen öğelere kendini maruz bırakması için, kişinin görünüşte masum olduğuna ikna olmalıdır. Bu öğeler onu bilinçdışın dan yakalar. Fikirlerinin peşinden gitmesi için huzur içinde bırakılabilirse ancak kendisine çok aşağılayıcı şekilde merhametsizce davranılmasına, sömürülmesine fırsat verir. Arkası dönükken ne zaman yağmalandığıru ve pratikte yanıltıldığını anlamaz, zira onun için insanlarla ve şeylerle ilişki ikincildir, ürününün nesnel değerlendirilmesi bilincinin dışında kalan bir şeydir. Problemlerini son haddine kadar düşündüğü için içinden çıkılmaz hale getirir, tereddütlerine ve vesveselerine sürekli sıkışıp kalır. Düşüncelerinin iç yapısı onun için ne kadar net olabilse de bunların gerçekliğin dünyasıyla nerede ya da nasıl bağlanh kurduğunu asla anlamaz. Kendisi için anlaşılır olanın herkes için aynı derecede anlaşılır olamadığını kabul etmeye çok büyük zorlukla ikna olur. Her tür tamamlayıcı, aksesuar, nitelik, tekzip, kurtarma koşulları, kuşku ve benzerleriyle üslubu tıka basa doludur ve bunların hepsi kendi ahlakından kaynaklanır. İşi yavaş ve güçlükle yol alır.
Kişisel ilişkilerinde çok az konuşur ya da kendisini anlamayan insanlara sığınır, onun için bu, insanın dipsiz akılsızlığının başka bir kanıhdır. Bir kez anlaşıldı mı, cesaretini safça gözünde büyütmeye kolayca yenik düşer. İhtiraslı kadınların onu kolay bir av haline getirmek için pratik meselelerde cahilliğinden nasıl yararlanacaklarını bilmeleri gerekir sadece; ya da insanları sevmeyen çocuk kalpli bir bekar haline gelebilir. Genellikle patavatsız davranır, dikkatlerden kaçmayı dert edinecek kadar çok ister ya da dikkat çekecek kadar ilgisiz ve çocukça naiftir. Özel çalışma alanında en şiddetli muhalefeti kışkırhr, ilkel tesirler onu hırçın ve semeresiz polemiklere çekmezse bu muhalefetin nasıl üstesinden geleceği konusunda hiçbir fikri yoktur. Sıradan tanıdıkları onun düşüncesiz ve despot olduğunu düşünür. Ama ne kadar iyi tanınırsa yargılar o kadar onun lehine döner, en yakın arkadaşları onun içtenliğine çok değer verirler. Yabancılara huysuz, yanma yaklaşılmaz ve kibirli, kimi zaman da anti-sosyal önyargıları sonucunda somurtkan gelir. Özel öğretmen olarak etkisi azdır, çünkü öğrencilerinin zihniyeti ona yabancıdır. Ayrıca, öğretme ona teorik bir problem sağlayıncaya kadar onunla ilgilenmez. Kötü öğretmendir, çünkü ders verdiği her zaman düşüncesi malzemenin sunumuyla değil, bizzat malzemeyle meşguldür.
Tipinin pekişmesiyle görüşleri daha sert, daha kararlı hale gelir. Yabancı etkiler durdurulur, geniş tanıdık çevresine kişi olarak da daha sevimsiz gelir, bu nedenle de yakınlarına daha çok bağlanır. Tavrı kişiselleşir, aksileşir, fikirleri derinlik kazanabilmekle birlikte eldeki malzemeyle arhk yeterince ifade edilmeyebilir. Bunu telafi etmek için bu tip heyecanlılığa ve alınganlığa başvurur. Düşünmeden savuşturduğu dış etkiler ona içeriden, bilinçdışmdan saldırır, kendini savunma çabalarında yabancılara son derece önemsiz gelen şeylere saldırır. Nesneyle ilişkisi olmaması sonucunda bilincin öznelleşmesi nedeniyle, kişiliğini gizlice ilgilendiren şey arhk ona son derece önemli gibi gelir. Öznel hakikatiyle kişiliğini karıştırmaya başlar. Kişisel olarak kanılarını başkasına dayatmaya 403 çalışmamakla birlikte, her eleştiriye, doğru olsa da, saldırgan sert karşılıklar vererek patlar. Münzeviliği giderek artar. Başlangıçtaki verimli fikirleri, acılığın tortusuyla zehirlenerek çok yıkıcı duruma gelir. Dışarıdan tecrit edilmişliği bilinçdışından gelen etkilere karşı mücadelesini artırır, sonunda bu etkiler onu felç etmeye başlar. Giderek artan münzeviliğin onu bilinçdışı etkilerden koruyacağını düşünür ama esasında bu onu ancak içten içe yıkan çalışmanın daha da derinlerine batırır.
İçedönük tipin düşünüşü, ilksel imgelerin ebedi geçerliliğine giderek yaklaşan fikirler geliştirmekte olumlu ve sentetiktir. Ama bu fikirlerin nesnel tecrübeyle bağlanhsı giderek seyreldiğinde mitolojik bir renge bürünür, çağdaş durum için artık doğru olmazlar. Bu nedenle, içedönük tipin düşünüşü, zamanın bilinen olgularıyla apaçık ve anlaşılabilir ilişkisi sürdüğü sürece çağdaşları için değer taşır. Bir kez mitolojik hale geldi mi, ilişkisini keser, kendi başına devam eder. Hissetme, sezgi ve duyum işlevlerinin dengelenmesi bir dereceye kadar bilinçdışı ve yetersizdir ve bu nedenle, içedönük düşünen kişinin eğilimli olduğu dışarıdan gelen can sıkıcı bütün etkileri açıklayan ilkel dışadönük bir karakteri vardır. Böyle insanların etraflarını çevirdikleri çeşitli koruma yöntemlerini ve psikolojik mayın tarlalarını herkes bilir – bunların tanımına girmeyeceğim. Hepsi "büyü" etkilerine karşı savunmaya yarar, bu etkiler arasında kadın cinsine duyulan anlaşılmaz korku da vardır.
Hissetme
İçedönük hissetmeyi özellikle öznel etken belirler. İçedönük düşünmenin dışadönük düşünmeden farklı olması gibi, içedönük hissetme de dışadönük hissetmeden temelde çok farklıdır. Bu tür hissetmenin kendine özgü doğası bir kez farkı edildi mi çok dikkat çekmekle birlikte, içedönük hissetme sürecini entelektüel açıdan açıklamak, hatta yaklaşık bir tanımını yapmak son derece zordur. Öznel olarak koşullandığı ve nesneyle ilişkisi ancak ikincil olduğu için, yüzeyde nadiren belirir ve genellikle yanlış anlaşılır. Nesnenin değerini düşürüyor gibi gelen bir histir bu ve bu nedenle, kendini çoğunlukla olumsuz yönde ortaya koyar. Olumlu hissin varlığı ancak dolaylı görülebilir. Amacı kendini nesneye uyarlamak değildir, altta yatan imgeleri anlamak için nesneyi bilinçdışı çabaya tabi kılmaktır. Gerçeklikte mevcut olmayan, bir tür görüde görülen bir imgeyi arayıp durur. Amaca uygun düşmeyen bütün nesnelerin üzerinden aldırışsız kayıp gider. Nesnelerin olsa olsa uyaran görevi yaptığı iç yoğunluğun peşinden koşar. Bu hissin derinliği ancak tahmin edilebilir -asla açıkça kavranamaz. İnsanları sessizleştirir, güç ulaşılır duruma getirir; öznenin derinlerini doldurmak için nesnenin vahşi doğasından bir menekşe gibi geri çekilir. Olumsuz yargılarla ortaya çıkar ya da bir savunma aracı olarak derin bir kayıtsızlık havası takınır.
İlksel imgeler fikir olduğu kadar kuşkusuz birer histir de. Tanrı, özgürlük, ölümsüzlük gibi temel fikirler anlamlı fikirler olduğu kadar hissetmenin de değerleridir. Dolayısıyla, içedönük düşünüş konusunda söylediğimiz her şey içedönük hissetme için de aynı derecede geçerlidir, orada her şey düşünülürken burada her şey hissedilir. Ama düşüncelerin genellikle hislerden daha anlaşılır şekilde ifade edilebilmesi, bu hissin gerçek zenginliğini dünyaya aşağı yukarı bile olsa sunabilmeden ya da iletebilmeden önce, sıradan bir tanımdan ya da sanat yeteneğinden daha fazlasını ister. Öznel düşünüş, ilişkisizliği nedeniyle, güçlükle anlaşılabiliyorsa öznel hissetme için bu daha da büyük ölçüde geçerlidir. Başkalarıyla iletişim kurmak için hem kendine yeterli gelen hem de onlarda benzer bir his uyandırabilen bir dış biçim bulmalıdır. İnsanların (dışı kadar) içinin de görece büyük tekdüzeliği sayesinde aslında bu biçim bulunabilir, gerçi his için yeterli olan biçimi bulmak, ağırlıklı olarak hala ilkel imgelerin dipsiz deposuna yönlendirildiği sürece olağanüstü zordur. Yine de benmerkezci tutum hissi tahrif ederse, his ağırlıklı olarak Benle ilgilendiği için hemen sevimsizleşir. Kaçınılmaz olarak bu duygusal kendini sevme, kendini ilginç duruma getirmeye çalışma, hatta hastalıklı kendine hayranlık izlenimi yaratır. İçedönük düşünenin öznelleşmiş bilinci, son derece soyutlamanın peşinden koşarken sadece boş bir düşünce sürecini nasıl başarıyorsa, benmerkezci hissin yoğunlaşması da hissin sadece boş yere aktarılmasına neden olur. Hissin basbrıldığı dışadönük işlevlerin yolunu açan gizemli, coşkunluk evresidir bu. Nesnelerin büyü gücüyle bağlandığı ilkel hissin içedönük düşünceyi dengelemesi gibi, somutluğu ve olgulara esareti her sınırı aşan ilkel düşünme de içedönük hissetmeyi dengeler. Hissetme kendini nesneden aşama aşama özgür kılar, kendisine tamamıyla öznel bir eylem ve vicdan özgürlüğü yarabr, hatta bütün geleneksel değerlerden vazgeçebilir. Ama bahusus, bilinçdışı düşünüş, nesnel gerçekliğin gücünün kurbanı olur.
İçedönük Hisseden Tip
İçedönük hissetmenin en çok kadınlarda ağır bastığını gördüm. "Durgun sular derin akar" atasözü bu kadınlar için çok doğru. Çoğu sessiz, ulaşılmaz ve anlaşılması güç; genellikle çocuksu ya da bayağı bir maskenin arkasına saklanıyorlar, mizaçları melankoliye yatkın. Ne ışık saçıyorlar ne de kendilerini açık ediyorlar. Ağırlıklı olarak öznel hisleri yol gösterirken hakiki saikleri genellikle gizli kalıyor. Dışarıya yönelik davraruşları uyumlu, göze çarpmıyor, başkalarına tesir etme, hayran bırakma, etkileme ya da herhangi bir şekilde değiştirmeyi arzu etmeksizin, hoş bir huzur ya da sempatik bir karşılık izlenimi uyandırıyor. Bu dışarıya yönelik veçhe daha barizse kayıtsızlık ve soğukluk kuşkusu baş gösteriyor, aslında başkalarının rahabna ve esenliğine aldırış etmeme haline gelebiliyor. O zaman kendini nesneden uzak hissetme hareketi bariz fark ediliyor. Ne var ki normal tipte bu, nesne çok güçlü etkilediğinde meydana geliyor. Bu nedenle, nesne kendi ılımlı yolunda gittiği, başkasının yoluna çıkma girişiminde bulunmadığı sürece ahenk hissi devam ediyor. Başkalarının gerçek heyecanlarına karşılık verme çabası azdır; onların ateşi söndürülür, ters cevap verilir ya da olumsuz değer yargısıyla sakinleştirilirler. Beraber huzurlu ve ahenkli var olmaya sürekli hazır olmakla birlikte, yabancılara bir nebze dostluk, sıcak bir karşılık verme ışılbsı gösterilmez, yabancılar apaçık kayıtsızlık ya da itici bir soğuklukla karşılaşırlar. Tamamıyla gereksiz oldukları sıklıkla hissettirilir. Bu tip, kendisini alıp götürebilen ya da vecde getirebilen bir şeyle karşılaşhğında eleştirel olmakla birlikte iyiliksever bir tarafsızlığı da gözlemler, üstünlüğün izinin belli belirsiz eşlik ettiği bu tarafsızlık duyarlı kişinin çok geçmeden gururunu kırar. Fırhnalı bir heyecan kadını bilinçdışından yakalamazsa -yani ilkel imgeyi canlandırarak kadının hislerini sarsmazsa- öldürücü soğukluk yine de bu heyecana darbe vurur. Bu durumda, kadın bir an felç olduğunu hisseder ve zamanı gelince bu değişmez bir şekilde daha da inatçı bir direnç oluşturur, bu direnç diğer kişiye en savunmasız yerinden vurur. His ilişkisi bütün ölçüsüz ihtirasların kararlılıkla tabulaşhrıldığı güvenli orta yolda tutulur olabildiğince. Bu nedenle, his cimrice ifade edilir ve diğer kişi bir kez bunun bilincine vardı mı, küçümsendiği duygusunu hep yaşar. Ama her zaman böyle olması gerekmez, çünkü kendisine gösterilen hissin yetersizliğinin bilincine çok sık varmaz, bu durumda, bilinçdışı his talepleri dikkat çekmek için tasarlanmış semptomlar üretir.
Bu tip epey soğuk ve mesafeli göründüğünden, yüzeysel bakıldığında böyle kadınlar hissiz gibi gelebilir. Ama bu çok yanlışhr; doğrusu, bu kadınların hisleri yaygın olmaktansa yoğundur. Hisler derinlemesine gelişir. Yaygın sempati hissi kendini doğru kelimeler ve işlerle ifade edebilir ve böylelikle hızla normale döner ama her tür ifade yolunun kapatıldığı yoğun sempati bütün bir gizem dünyasını içeren, düpedüz uyuşturulmuş, şiddetli bir derinlik kazanır. Belki bu abarhlı bir biçimde patlak verebilir, neredeyse kahramanlık özelliği taşıyan, özneyle ya da patlamaya kışkırtan nesneyle hiç ilgisi olmayan şaşırha bir eyleme neden olabilir. Dış dünya için ya da dışadönüğün kör gözleri için bu yoğun sempati soğukluğu andırır, çünkü görülebilir hiçbir şey yapmaz genellikle ve dışadönük bilinç görülemeyen güçlere inanamaz. Böyle bir yanlış anlama bu tipin hayahnda sıradan bir vakadır ve nesneyle daha derin bir his ilişkisi ihtimalinin aleyhine önemli bir argüman olarak kullanılır. Ama normal tip kadın bu hissin gerçek nesnesini ancak belli belirsiz tahmin eder. Dinsiz gözlerden endişeyle korunan gizli bir dinsellikte kendini ifade edebilir ya da diğer kişiye karşı gizli bir üstünlük sergileme hırsıyla birlikte, aynı ölçüde iyi gizlenmiş mahrem şiirler biçiminde ifade edebilir. Kadınlar hislerinin büyük bölümünü genellikle çocukları aracılığıyla ifade ederler, hırslarının gizlice onlara akmasına izin verirler.
Kadının gizli hisleriyle diğer kişiyi ezme ya da ona baskı yapma eğilimi normal tipi nadiren rahatsız eden bir rol oynamakla ve böyle ciddi bir girişime asla yol açmamakla birlikte, hislerin bir miktarı diğer kişiye yine de kişisel etki halinde sızar, genellikle tanımlanması zor, hükmeden bir etki biçimindedir bu. Kadının çevresindeki herkesi büyüleyen bir tür boğucu ya da baskıcı his tarzında hissedilir. Bu tip kadına bu, dışadönük erkeği korkunç büyüleyebilen gizemli bir güç verir, zira erkeğin bilinçdışını etkiler. Bu güç derinden hissedilen bilinçdışı imgelerden gelir ama kadın bilinçli olarak bunu Ben'e bağlama eğilimindedir, bundan dolayı, kadının etkisi kişisel zorbalığa indirgenir. Bilinçdışı özne ne zaman Ben'le özdeşleştirilse yoğun hissin gizemli gücü bayağı ve kibirli bir egemenlik kurma arzusuna, gösterişe ve despotça buyurganlığa dönüşür. Ahlaksız ihtirası ve zararlı acımasızlığıyla dillere düşen kadın tipini yaratır bu. Ne var ki bu değişiklik nevroza yol açar.
Ben kendini bilinçdışı özneye tabi hissettiği ve his Ben'den daha yüksek, daha güçlü bir şeyi fark ettiği sürece tip normaldir. Bilinçdışı düşünüş arkaik olmakla birlikte, indirgeme eğilimleri ara sıra Ben'in özneye yükseltilmesini telafi etmeye yardım edebilir. Şayet bu, dengeleyici eşikaltı süreçlerin tamamıyla baskılanması sonucunda meydana gelirse, bilinçdışı düşünüş açık muhalefete dönüşür ve yansıtılır. Benmerkezci özne, değeri düşen nesnenin gücünü ve önemini hissetme noktasına gelir. Kadın bilinçli olarak "başkalarının ne düşündüğünü" hissetmeye başlar. Haliyle, başkaları her tür adiliği düşünür, kötülük planlar, her tür hileye, gizli entrikalara vb. başvururlar. Erkenden davranıp bunları önlemek için kadın karşı entrikalara başlamak, başkalarından kuşkulanmak ve onları yoklamak, karşı önlemler almak zorundadır. Söylentilerin dört bir yandan saldırısıyla, kadın öcünü almak ve kazanmak için hummalı çabalar göstermelidir. Sayısız gizli rekabet oluşur ve canından bezdiren bu mücadelelerde kadın hiçbir rezillikten ya da bayağılıktan kaçınmaz, hatta kozunu oynamak için erdemlerine layık olmayan işler yapar. Böyle bir durumun sonu tükenmişlik olmalıdır. Nevrozun biçimi histeriden ziyade nevrastenidir, genellikle kansızlık ve sekelleri gibi ciddi fiziksel komplikasyonlarla birlikte gelir.
İçedönük Aklî Tiplerin Özeti
Yukarıdaki iki tipe de aklî denebilir, çünkü aklî yargı işlevleri temeline dayanır. Aklî yargı hem nesnel hem öznel verilere dayanır. Ne var ki genellikle ilk gençlikten beri var olan bir psişik eğilimin sonucunda, bu ya da diğer etkenin üstünlüğü yargıda mütekabil bir önyargı oluşturur. Hakikaten aklî yargı nesnel ve öznel etkene aynı ölçüde başvurur ve ikisinin de hakkını verir. Ama bu ideal bir durum olur ve hem dışa dönme hem de içe dönmenin eşit ölçüde gelişmesi gerekir. Ne var ki pratikte iki hareket de birbirini dışlar ve bu ikilem devam ettiği sürece ikisi yan yana var olamaz, daha çok art arta var olur. Dolayısıyla, sıradan koşullarda ideal aklîlik imkânsızdır. Aklî tipin aklîliğinin her zaman tipik bir önyargısı vardır. Bu nedenle, içedönük aklî tiplerin yargısı kuşkusuz aklîdir, ancak daha çok öznel etken tarafından yönlendirir. İlle de mantıklı bir önyargıyı ima etmez bu, çünkü önyargı öncülde yatar. Öncül bütün sonuçlardan ve yargılardan önce, öznel etkenin üstünlüğüne dayanır. Nesnel etkenle kıyaslandığında öznel etkenin üstün değeri daha baştan bellidir. Bu, bu değeri verme meselesi değildir, daha önce söylediğimiz gibi, her aklî değerlendirmeden önce var olan doğal mizaç meselesidir. Bu nedenle, içedönük için, aklî yargının, onu dışadönükten farklılaşhran birçok ince farkı vardır. En genel örnekten söz etmek gerekirse öznel etkene götüren akıl yürütme zinciri içedönüğe, nesneye götürenden biraz daha aklî gibi gelir. Münferit vakalarda pratikte fark edilmeyen bu hafif fark sonunda aralarında bağlanh kurulamayan çelişkileri güçlendirir, psikolojik öncülün neden olduğu bakış açısının minimal değişimi ne kadar az fark edilirse bu çelişkiler o kadar çok rahatsız eder. Burada büyük bir hata düzenli olarak yavaş yavaş içeri süzülür, zira öncülün farkım anlamak yerine sonucun rnanhksızlığı kanıtlanmaya çalışılır. Her aklî tipin bunu anlaması zor bir meseledir, çünkü bu tipin ilkesinin görünüşteki mutlak geçerliliğini sarsar ve tipe bunun antitezini verir, bu da onun için felaket dernektir.
İçedönük dışadönükten daha çok yanlış anlaşılır, bunun nedeni, dışadönüğün ondan daha acımasız ya da kritik bir düşman olması değildir, örnek aldığı çağın tarzının onun aleyhine çalışmasıdır. İçedönük kendini azınlığın içinde bulur; dışadönükle sayısal ilişkisine göre değil, onu hissiyle yargılayan Bah'nın dünyaya genel bakışına göre. Genel üsluba inanan bir katılımcı olduğu sürece, kendi temellerini sarsar, zira genel üslup sadece görünen ve dokunulabilen değerleri kabul ettiğinden içedönüğün spesifik ilkesine karşıthr. İçedönük öznel etkeni görünmezliği nedeniyle küçümsemek zorundadır ve dışadönüğün nesneye aşın değer vermesine katılmaya kendini zorlamalıdır. Öznel etkene çok düşük değer biçer, içedönüğün yetersizlik duyguları bu günahın cezasıdır. Bu nedenle, tam da bu çağda, ve zamanın bir şekilde daha ilerisinde olan o hareketlerde öznel etkenin kendini karikatürün sınırında abarhlı, zevksiz ifade biçimleriyle ortaya koyması şaşırtıcı değildir. Günümüzün sanatından söz ediyorum.
İçedönüğün kendi ilkesine eksik değer biçmesi onu benmerkezci yapar ve ona ezilmişlik psikolojisini dayahr. Ne kadar benmerkezci duruma gelirse görünüşte kuşkusuz genel üsluba uyabilen diğerleri ona o kadar kendini savunması gereken zalimler gibi gelir. Dışadönüğün nesneye bel bağladığı aynı teslimiyet ve güvenle öznel etkene bağlanmamarun başlıca hatası olduğunu genellikle anlamaz. Kendi ilkesine eksik değer biçmesi benmerkezcilik eğilimini önlenemez duruma getirir ve bu nedenle, dışadönüğün eleştirisini tamamıyla hak eder. Kendi ilkesine sadık kalsaydı "bencillik" suçlaması tamamıyla yanlış olurdu; zira tutumunu genelde etkileri haklı çıkarırdı ve yanlış anlaşılma giderilirdi.
Duyum
Doğası geregı nesneye ve nesnel uyaranlara bağlı olan duyum içedönük tutumda önemli ölçüde değişime uğrar. Onun da bir öznel etkeni vardır, zira hissedilen nesnenin yanında insanın öznel mizacını nesnel uyarana katan, hisseden özne de vardır. İçedönük tutumda duyum genelde algının öznel bileşenine dayanır. Bundan ne kastettiğimi dış nesneleri çoğaltan sanat eserleri çok iyi örnekler. Örneğin çok sayıda ressam aynı manzaranın resmini yaptığında her biri onu aslına sadık kalarak çoğaltır ama her resim diğerlerinden farklı olur, farkların nedeni hem yetenek hem de daha çok farklı görme yollarıdır; aslında bazı resimlerin tarzında, renkle formun ele alınışında bariz bir psişik fark da bulunacaktır. Bu nitelikler öznel etkenin etkisini ortaya koyar. Öznel etken duyumda aslında tartıştığımız diğer işlevlerdekiyle aynıdır. Bilinçdışı eğilim duyu-algısını daha kaynağında değiştirir, böylece saf bir nesnel etki karakterinden onu yoksun bırakır. Bu durumda, duyum öncelikle özneyle, ancak ikincil olarak nesneyle ilgilidir. Öznel etkenin ne kadar olağanüstü güçlü olabildiği sanatta çok açıkça görülebilir. Üstünlüğü kimi zaman nesnenin etkisini tamamıyla baskılamak dernektir, ama duyum yine de duyum olarak kalır, her ne kadar öznel etkenin algısı haline gelse de ve nesne sırf uyaran düzeyine gömülse de. İçedönük duyum bu doğrultuda yönelir. Hakiki duyum-algısı kuşkusuz vardır ama nesne özneye kendi çapında nüfuz edememiş, sanki özne onu çok farklı görüyormuş ya da başkalarının gördüklerinden çok başka şeyler görüyormuş gibidir hep. Aslında bu tip de başka herkesin gördüğü aynı şeyleri görür, ancak saf nesnel etkide durmaz, nesnel uyaranın harekete geçirdiği öznel algıyla da yakından ilgilenir.
Öznel algı nesnel algıdan bariz farklıdır. Algılanan şey ya nesnede yoktur ya da nesne bunu olsa olsa telkin eder; algı başkalarınınkine benzeyebilrnekle birlikte, şeylerin nesnel davranışından hemen kaynaklanmaz. Bilincin ürünü olarak etki yapmaz -bunun için çok gerçektir. Ama kesin bir psişik izlenim uyandırır, çünkü daha üst psişik düzenin öğeleri onda fark edilir. Yine de bu düzen bilincin içeriğiyle çakışmaz. Kolektif bilinçdışının varsayımlarıyla ya da eğilimleriyle, mitolojik imgelerle, fikirlerin ilksel ihtimalleriyle ilgisi vardır. Öznel algının belirgin özelliğini ona yapışan anlam oluşturur. Nesnenin imgesinden ibaret değildir bu, gerçi haliyle öznel etkenin her şey dernek olduğu kişi için değildir. Başka bir kişi için, çoğaltılmış öznel izlenim nesneye yeterince benzemediği için kusurlu, dolayısıyla amacına ulaşamamış gibi gelir.
İçedönük duyum fiziksel dünyanın yüzeyinden çok arka planını anlar. Belirleyici olan, nesnenin gerçekliği değil, toplamda psişik bir ayna-dünya oluşturan öznel etkenin, ilksel imgelerin gerçekliğidir. Bilincin mevcut içeriklerini bilinen, geleneksel biçimde değil, adeta sub specie aeternitatis, bir milyon yaşındaki bilincin görebildiği biçimde, kendine özgü yansıtma yetisine sahip bir aynadır. Böyle bir bilinç olmakta olan ve geçip giden şeyleri şimdiki zamanda anlık mevcudiyetleriyle birlikte görürdü, sadece bu da değil, olagelmelerinden öncesini ve geçip gitmelerinden sonrasını da görürdü. Haliyle, bu sadece sözün gelişi ama içedönük duyumun kendine özgü doğasına bir şekilde örnek vermek için buna ihtiyacım var. İçedönük duyumun bir imge ilettiğini söyleyebiliriz; bu imge, nesne üretmez, yüzyıllık öznel yaşanmışlığın küfünü ve henüz doğmamış olayların panlhsını nesnenin üzerine yayar. Dışadönük duyum gün ışığına açık şeylerin anlık varoluşunu yakalarken çıplak duyu izlenimi geçmişe ve geleceğe uzanarak derinlerde gelişir.
İçedönük Duyum Tipi
İçedönük duyumun baskınlığı belli bir tipi meydana getirir, bu tipin bazı özellikleri onun farklı olmasını sağlar. Bu akıldışı tiptir, çünkü olayların akışında onu aklî yargı değil, düpedüz olagelenler yönlendirir. Dışadönük duyum tipine nesnel etkilerin yoğunluğu yol gösterirken, içedönük tipe nesnel uyaranın harekete geçirdiği öznel duyumun yoğunluğu yol gösterir. Dolayısıyla, nesneyle duyum arasında hiçbir oranhsal ilişki belli ki yoktur, görünüşte hiç öngörülemeyen gelişigüzel bir ilişki vardır. Neyin izlenim bırakacağı, neyin asla bırakamayacağı önceden dışarıdan görülemez. Tipin duyumlarının yoğunluğuyla bir şekilde oranhlı ifade yeteneği olsaydı, bu tipin akıl dışılığı olağanüstü çarpıcı olurdu. Örneğin birey yaratıcı sanatçıysa durum budur. Ama bu istisna olduğu için, içedönüğün kendini ifade etmede karakteristik zorluğu onun akıl dışılığını da gizler. Tam tersine, bu tip sakinliğiyle, edilgenliğiyle ya da aklî özdenetimiyle dikkat çekebilir. Çoğu zaman yüzeysel yargının yanlışlığına yol açan bu özelliğin nedeni onun nesnelerle ilgilenmemesidir. Normalde, nesnenin değeri yine de bilinçli olarak düşürülmez ama uyaranı ondan uzaklaştırılır ve nesnenin gerçekliğiyle artık ilgili olmayan öznel bir tepki hemen onun yerini alır. Haliyle bu, değerini düşürmeyle aynı etkiyi yapar. Her şey insanlar ve nesneler olmadan da olagelmeye devam ediyorsa insan neden var olmalı ya da genelde nesnelerin var olmasının gerekçesi neden bulunmalıdır sorusunu böyle bir tip kolayca sordurabilir. Bu kuşku normal durumlarda değil, olağanüstü durumlarda gerekçelendirilebilir, çünkü duyum için nesnel uyaran kesinlikle zorunludur ve dış durumun insanı beklemeye yönelttiği şeyden farklı bir şey üretir.
Dışarıdan bakıldığında nesnenin etkisi özneye nüfuz etmiyormuş gibi gelir. Öznel içerik aslında bilinçdışından müdahale ettiği, nesnenin etkisini önlediği ölçüde bu izlenim doğrudur. Müdahale o kadar ani olabilir ki birey bütün nesnel etkilerden kendini doğrudan koruyor gibi gelir. Daha ciddi durumlarda böyle koruma amaçlı savunma gerçekten vardır. Bilinçdışının gücünün sadece hafifçe artmasıyla bile duyumun öznel bileşeni öyle canlanır ki nesnenin etkisini neredeyse tamamıyla kararhr. Nesne insansa değerinin tamamıyla düşürüldüğünü hisseder, özneninse yanıltıcı bir gerçeklik kavramı vardır, patolojik durumlarda o kadar ileri gider ki özne gerçek nesneyle öznel algıyı artık ayırt edemez. Bu kadar hayati bir aynın ancak psikoza yakın durumlarda birleşme noktasına varmakla birlikte, nesnenin bütün gerçekliğiyle apaçık görülmesine rağmen, öznel algı bundan uzun zaman önce düşünme, hissetme ve eylemi aşırı ölçüde etkileyebilir yine de. Etkisi -özgül yoğunluğu ya da bilinçdışı imgeyle tam kaynaşması nedeniyle- özneye nüfuz etmeyi başardığında normal tip bile bilinçdışı modele göre eylemde bulunmak zorunda kalır. Böyle bir eylemin nesnel gerçeklikle ilgisiz, yanılhcı bir karakteri vardır ve son derece rahatsız edicidir. Bu tipin gerçekliğe yabancılaşan öznelliğini anında ortaya koyar. Ama nesnenin etkisi tam ilerleme kaydetmediğinde iyi niyetli tarafsızlıkla karşılaşır, biraz sempati gösterir, yine de her zaman rahatlamaya ve uyum sağlamaya çalışır. Çok alçak olan biraz yukarı kaldırılır, çok yüksekte olan biraz alçaltılır, coşkulu olan bastırılır, ölçüsüzlük dizginlenir, sıra dışı olan her şey doğru kaideye indirgenir -bütün bunlar nesnenin etkisini gerekli sınırların içinde tutmak içindir. Tipin masumluğundan genelde hiç kuşku duyulmadığı için, çevresi için tehdit haline gelir. Bu durumda, başkalarının saldırganlığının ve baskısının kolayca kurbanı olur. Böyle insanlar kötüye kullanılmalarına fırsat verirler, sonra da hiç uygun olmayan durumlarda iki misli hissizlikle öç alırlar.
Sanatsal ifade kapasitesi yoksa bütün izlenimler derinlere gömülür, bilinci büyüler, öyle ki izlenimleri bilinçli ifade ederek çekiciliklerinin üstesinden gelmek mümkün değildir. Genellikle, bu tip, izlenimlerini ancak arkaik yollarla örgütleyebilir, çünkü düşünüş ve hissediş görece bilinçdışıdır, bunlar bilinçli olursa ancak çok gerekli, bayağı, gündelik ifade tarzı onların tasarrufundadır. Düşünüş ve hissediş bilinçli birer işlev olarak tipin öznel algılarını yeterince çoğaltamaz. Dolayısıyla, bu tipin nesnel anlayışa ulaşamaması olağandışıdır, genellikle kendini anlamanın üstesinden gelmekte de daha iyi değildir.
Her şeyden önce, tipin gelişimi onu nesnenin gerçekliğine yabancılaşbrır, kendi öznel algılarının merhametine bırakır, bilinci arkaik gerçekliğe yöneltir, gerçi kıyaslamalı yargısının yetersizliği bu olguyu onun bilinçdışında tutar. Aslında mitolojik bir dünyada yaşar, burada insanlar, hayvanlar, lokomotifler, evler, ırmaklar ve dağlar ya iyilik yapan tanrılar ya da kötülük yapan iblisler olarak görünür. Bunların kendisine böyle göründüğü asla kafasına girmez, gerçi yargılarında ve eylemlerinde bu etkiyi yaparlar. Sanki bunların üstesinden gelecek gücü varmış gibi yargılar ve eylemde bulunur; ama duyumlarının gerçeklikten tamamıyla farklı olduğunu anladığında bu, dikkatini çekmeye başlar. Tip nesnel akla yatkınsa bu farkın hastalıklı olduğunu hisseder; ama kendi akıl dışılığına sadık kalırsa, duyumlarına gerçeklik değeri vermeye hazırsa, nesnel dünya ancak hayal ürünü ve komedi gibi görünecektir. Yine de olağanüstü durumlarda bu ikileme varılır. Esasında, münzeviliğine ve bu dünyanın bayağılığına boyun eğer, bunu da bilinçdışında arkaik hale getirmiştir.
Sonuçta bilinçdışı özellikle sezgiyi basbrmasıyla ayırt edilir; sezgi de dışadönük ve arkaik bir karaktere bürünür. Hakiki dışadönük, sezgi işini olağanüstü bilir, gerçek nesnel ihtimallerin "kokusunu iyi alır"ken, arka planda pusu kuran bütün muğlak, karanlık, kirli ve tehlikeli ihtimaller için bu arkaikleşmiş sezginin doğal yeteneği şaşırhcıdır. Nesnenin gerçek ve bilinçli niyetinin onun için hiçbir anlamı yoktur; bunun yerine, böyle bir niyetin alhnda yatan makul her arkaik saiki ortaya çıkarır. Dolayısıyla bu, bilinçli tutumun iyi niyetli masumluğuna apaçık zıt, tehlikeli ve yıkıa bir niteliğe sahiptir. Birey nesneden çok uzak durmadığı sürece bilinçdışı sezgisinin, bilincin epey fantastik ve aşırı saf tutumu üzerinde telafi edici yararlı bir etkisi vardır. Ama bilinçdışı antagonist duruma gelir gelmez arkaik sezgiler yüzeye çıkar, habis bir etki yapar, kendilerini bireye dayahr, en sapkın, zorlanımlı fikirleri üretir. Sonuç, histerik özelliklerin bitkinlik semptomlarıyla maskelendiği zorlanım nevrozudur genellikle.
Sezgi
İçedönük sezgi iç nesneye yönelir; iç nesne kavramı, bilinçdışırun içerikleri için kullanılabilen doğru bir terimdir. İç nesnelerle bilincin ilişkisi dış nesnelerle ilişkisinin tam benzeridir, gerçi onların ilişkisi fiziksel değil, psişiktir. Sezgisel algıya bunlar şeylerin öznel imgeleri gibi gelir, gerçi dış dünyada karşılaşılmasa da bunlar bilinçdışının ve özellikle kolektif bilinçdışınm içeriklerini oluşturur. Bu içerikler haliyle tecrübe edilmeye bizzat uygun değildir, onların dış nesnelerle ortak niteliği budur. Zira hpkı dış nesnelerin bizim onları algılamamıza ancak görece tekabül etmesi gibi, iç nesnenin fenomenal biçimleri de -ulaşamadığımız özünün ve sezgisel işlevin kendine özgü doğasının ürünleri- görecedir.
Duyum gibi, sezginin de öznel bir etkeni vardır, dışadönük tutumda bu olabildiğince baskılanır ama içedönüğün sezgisinde belirleyici etkendir. Tipin sezgisini dış nesneler uyarabilmekle birlikte, sezgi dış ihtimallerle ilgili değildir, dış nesnenin tipte uyandırdığı şeylerle ilgilidir. İçedönük duyum, daha çok belli sinirsel uyaran iletimi fenomenlerini bilinçdışı yolla algılamakla sınırlı kalıp orada bloke edilirken, içedönük sezgi öznel etkenin bu yanını baskılar ve sinirsel uyaran iletimine neden olan imgeyi algılar. Örneğin, birinin başına psikojenik vertigo krizinin geldiğini varsayalım. Bu sinirsel uyaran iletimi rahatsızlığının kendine özgü doğası duyumu bloke eder, onun bütün niteliklerini, yoğunluğunu, seyrini, nasıl meydana geldiğini ve nasıl geçtiğini algılar ama bunun daha ilerisine gidip içeriğini, rahatsızlığa neden olan şeyi algılamaz. Öte yandan sezgi, duyumdan kendi dolaysız etkinliğinin itici gücünü alır sadece; bu kendine özgü ifade tarzına neden olan iç imgeyi -vertigo krizini- hemen algılayarak sahnenin arkasında hayal meyal görünür. Kalbinden okla vurulmuş birinin sendelediği imgesini görür. Bu imge sezgisel etkinliği etkiler; bu etkinlik vertigoyu bloke eder ve her ayrıntısını keşfetmek ister. Görüye dayanır bu, resmin nasıl değiştiğini, gözler önüne serildiğini, sonunda gözden kaybolduğunu çok canlı bir ilgiyle gözlemler.
Neredeyse dışadönük duyumun dış nesneleri kaydettiği aynı barizlikle içedönük sezgi bilincin bütün geri planındaki süreçlerini bu yolla algılar. Dolayısıyla, sezgi için bilinçdışı imgeler şeylerin saygınlığını elde eder. Ama sezgi, duyumun işbirliğini dışladığı için, sinirsel uyaran iletimi rahatsızlıklarıyla ya da bilinçdışı imgelerin neden olduğu fiziksel etkilerle ilgili bilgisi ya azdır ya da hiç yoktur. Bu imgeler sanki özneden kopukmuş, sanki tiple hiç ilgisi yokmuş da kendi başına varmış gibi görünür. Yukarıda verilen örnekte, sonuçta, içedönük sezgisel, vertigo krizi geçirirse algıladığı imgenin bir yolla kendisine gönderme yapabildiğini hiç imgelemez. Yargılayan tipe haliyle bu neredeyse akıl almaz gibi gelir ama ne var ki sezgisellerle uğraşırken bununla sık karşılaşıyorum.
Dışadönük sezgiselin dış nesnelere dikkate değer kayıtsızlığını içedönük sezgisel iç nesnelere kayıtsızlığıyla paylaşır. Tıpkı dışadönük sezgiselin sürekli yeni ihtimallerin izini sürmesi, kendisinin ve başkalarının esenliğinin aynı kayıtsızlıkla peşinden gitmesi, insanların düşüncelerini hiç önemsemeden baskı yapması, sonsuza kadar sürecek değişiklik arayışında henüz inşa edileni yıkması gibi, içedönük sezgisel de imgeden imgeye koşar, onlarla kendisi arasında hiçbir bağlantı kurmaksızın bilinçdışının bereketli rahminde her ihtimalin peşine düşer. Nasıl ki tezahürler dünyasını sadece duyumlayan insan için o dünya asla bir ahlak problemi teşkil etmiyorsa, iç imgeler dünyası da sezgisel için asla bir ahlak problemi değildir. İkisi için de bu bir estetik problem, algı sorunu, "duyum"dur. Bu nedenle, içedönük sezgisel kendi bedensel varoluşunun ya da bunun başkaları üzerindeki etkisinin az bilincindedir. Dışadönük şöyle derdi: "Gerçeklik onun için yok, kendini semeresiz fantezilere kaptırıyor." Yaratıcı hayat enerjisinin böyle bitip tükenmeyen bolluk içinde ürettiği bilinçdışı imgelerin algısı, acil fayda bakış açısından kuşkusuz semeresizdir. Ama bu imgeler hayata yeni bir potansiyel veren muhtemel dünya görüşlerini temsil ettiğinden, dış dünya için hepsinin en yabancısı olan bu işlev yekun psişik ekonomiden ayrı tutulamaz, tıpkı mütekabil insan tipinin halkın psişik hayatından ayrı tutulamadığı gibi. Bu tip olmasaydı, İsrail' de peygamberler olmazdı.
İçedönük sezgi bilinçdışının kalıtsal a priori temellerinden ileri gelen imgeleri kavrar. En özel doğasına tecrübenin ulaşamadığı bu arketipler bütün ata soyunun psişik işlevinin çökeltisidir; binlerce defa tekrarlanan, tiplerde yoğunlaşan organik hayatın genelde biriken tecrübeleri... Dolayısıyla, en eski çağlardan beri bu gezegende yaşanan her şey bu arketiplerde temsil edilir. Bunlar ne kadar sık, ne kadar yoğunsa ve ne kadar net odaklanılırsa o kadar arketip olur. Dolayısıyla arketip, Kant'ın ifadesini kullanırsak, sezginin algıladığı ve algılayarak yarattığı imgenin numeni olur.
Bilinçdışı, psişik caput mortuum gibi orada duruvermediği, bizimle birlikte var olduğu, olayların genel akışıyla içten içe bağlantılı dönüşümlere sürekli uğradığı için, içedönük sezgi, bu iç süreçleri algılamasıyla, bazı bilgiler sağlayabilir, dünyada neler olup bittiğini anlamak için bu bilgiler çok önemli olabilir. Hatta daha sonra gerçekten meydana gelen olaylar kadar yeni ihtimalleri de az çok net ana hatlarıyla önceden görebilir. Peygamberce sağduyusu, yaşanabilen her şeyin yasayla belirlenmiş seyrini temsil eden arketiplerle kurduğu ilişkisiyle açıklanabilir.
İçedönük Sezgisel Tip
İçedönük sezginin kendine özgü doğası üstünlük kazanırsa, kendine özgü bir insan tipi yaratır: Bir yandan gizemli hayalci ve kâhin, öte yandan sanatçı ve tuhaf biri. Sanatçıya bu tipin normal temsilcisi diye bakılabilir, kendini sezginin algılayıa karakteriyle sınırlı tutma eğilimindedir. Sezgisel biri, algıda durur; onun asıl problemi algılama ve -yarahcı sanatçı durumunda- algısına biçim vermektir. Ama tuhaf biri kendisini biçimlendiren ve belirleyen görsel fikirle yetinir. Sezginin yoğunlaşması sonucunda haliyle birey dokunulan gerçeklikten sıklıkla olağanüstü uzaklaşır; yakın çevresi için tam bir muamma haline bile gelebilir. Eğer bir sanatçıysa sanatında tuhaf, uzak şeyleri ortaya koyar, bütün renkler bir anda olağanüstü ve bayağı, güzel ve grotesk, yüce ve tuhaf parıldar. Sanatçı değilse genellikle yanlış anlaşılan bir dahi, "hata yapmış" bir büyük adam, bir tür safdil bilge, "psikolojik" roman figürüdür.
Algıyı ahlak problemi haline getirmek için yargılama işlevlerini güçlendirmek gerektiğinden, sezgisel tipin buna eğilimi az olmakla birlikte, sezgisel algıyı saf estetikten ahlak dünyasına çevirmek için yargının biraz farklılaşması gerekir. Bu tipin bir türü böyle ortaya çıkar, yine de içedönük sezgiselin belirgin özelliği olmakla birlikte, temelde estetikten farklıdır. Sezgisel kendisini görüsüyle bağdaşhrdığında, sadece algıyla ve algının estetik yapılandırılması ve değerlendirilmesiyle arhk tatmin olmadığında ahlak problemi baş gösterir, şu sorularla yüzleşir: Benim için ya da dünya için bunun anlamı ne? Bu görüden benim için ya da dünya için çıkan ödev ya da görev ne? Yargısını bashran ya da algılama yetilerinin yargısını esir aldığı saf sezgisel bu soruyla asla yüzleşmez, çünkü onun tek problemi algılama "yapabilme bilgisi" dir. Ahlak problemini anlaşılmaz, hatta saçma bulur ve huzurunu kaçıran görünün üzerinde düşünmekten olabildiğince kaçınır. Ahlak yönelimli sezgiselden farklıdır. O, görüsünün anlamım düşünür, görünün içkin öneminden ortaya çıkan ahlaki sonuçlardansa estetikle ilgili ihtimallerin gelişimiyle daha az ilgilenir. Yargısı, kendisinin bir insan ve sağlıklı bir insan olarak bir şekilde görüsüne dahil olduğunu, görünün sırf algılanacak bir nesne olmadığım, öznenin hayatına katılmak istediğini de çok defa belli belirsiz olmakla birlikte fark etmesine fırsat verir. Bu anlayışla, görüsünü hayahna dönüştürmek zorunda olduğunu hisseder. Ama çok genelde gorusune güvenmeye eğilimli olduğundan, ahlaki çabaları tek taraflı olur; kendisini ve hayahnı simge durumuna getirir -gerçi olayların iç ve dış anlamına uyum sağlar ama bugünün gerçeğine uyum sağlamaz. Anlayışsızlığı devam ettiği için, bugünün gerçeğini etkilemekten yoksun kalır. Dili halihazırda konuşulan dil değildir -çok öznelleşmiştir. Argümanında aklın ikna edici gücü yoktur. Sadece iddia eder ya da duyurur. "Çölde haykıran ses" tir o.
İçedönük sezgisel her şeyden çok nesne duyumunu bashrır ve bu onun bütün bilinçdışıru çarpıhr. Arkaik karakterde telafi edici dışadönük duyum işlevine neden olur. Bilinçdışı kişilik, en iyi şekilde, epey alt ve ilkel düzende dışadönük duyum tipi olarak tanımlanabilir. Duyu-izlenimlerine olağanüstü bağlılıkla birleşen bu duyumun vasfı içgüdüsellik ve ölçüsüzlüktür. Bu, sezgiselin bilinçli tutumunun mağrur havasını telafi eder, ona belli bir ağırlık verir, öyle ki tam "yüceltme" önlenir. Ama bilinçli tutumun zorla abarhlmasıyla iç algılara tam bir bağlılık gelişirse, bilinçdışı zıtlaşmaya geçer, nesneye aşırı bağlılığı bilinçli tutumla açıkça çelişen zorlanımlı duyumlara neden olur. Nevrozun biçimi zorlanım nevrozudur; evham semptomları, duyu organlarının aşırı hassasiyeti ve belli kişilere ya da nesnelere zorlarumlı bağlar buna eşlik eder.
İçedönük Akıldışı Tiplerin Özeti
Az önce anlatılan iki tip hakkında dışarıdan yargıya varmak neredeyse imkânsızdır. İçedönük oldukları ve sonuçta ifade kapasiteleri ya da istekleri az olduğu için, bu konuda naif bir bahane öne sürerler. Başlıca etkinlikleri içe yönlendiği için, çekingenlik, sır tutma, sempati eksikliği ya da belirsizlik ve görünürde yersiz bir utangaçlık dışında dışarıdan hiçbir şey görülmez. Herhangi bir şey yüzeye çıkhğında genellikle bu, yetersizliğin dolaylı tezahürü ve görece bilinçdışı işlevlerdir. Böyle tezahürler haliyle bu tipe karşı geçerli bütün önyargıları harekete geçirir. Bu nedenle, çok defa küçümsenirler ya da en azından yanlış anlaşılırlar. Tıpkı kendilerini anlayamadıkları gibi -çünkü yargıya varmaktan çok büyük ölçüde yoksundurlar- kamuoyunun kendilerini neden hep böyle küçümsediğini anlayacak güçleri de yoktur. İleriye yönelik çabalarının aslında yetersiz karakterde olduğunu anlayamazlar. Öznel olayların zenginliği görülerini etkiler. İçlerinde yaşadıkları şey öylesine büyüleyici, öylesine bitip tükenmeyen çekiciliktedir ki iletişim kurmak için yaphkları azıcık şeyin kendi yaşadıklarını pek de içermediğini düpedüz fark edemezler. İletişimlerinin parça parça ve bölüm bölüm karakteri çevrelerindekilerden fazlasıyla anlayış ve iyi niyet ister; dahası, iletişimlerinde tek başına ikna gücü taşıyan kişisel sıcaklık yoktur. Tam tersine, bu tiplerin tavrı çok sıklıkla sert ve iticidir, gerçi onlar bunun farkında değildirler ve niyetleri de bu değildir. İçte algılananı anlaşılır dile tercüme etmenin ne kadar güç olduğunu anlamaya başladığımızda, bu insanlar hakkında daha adil bir yargıya varabiliriz, onlara daha çok sabır gösterebiliriz. Yine de bu sabır onları iletişim ihtiyacının tamamıyla dışında tutacak kadar ileri gitmemelidir. Onlara en büyük zararı verir bu sadece. Kader, belki başka insanlardan daha çok onlar için, ezici dış güçlükler hazırlar, içgörünün zehirledikleri üzerinde bunların çok çarpıcı bir etkisi vardır. Genelde, insanca bir itirafı onlardan zorla alabilen sadece yoğun bir kişisel ihtiyaçtır.
Dışadönük ve aklî bakış açısından bu tipler aslında en yararsız insanlardır. Ama daha yüksek bir bakış açısından böyle insanlar bereketli, sarhoş edici hayatıyla birlikte bu zengin, değişken dünyanın tamamıyla dışta değil, içte de mevcut olduğunun canlı kanıtlarıdırlar. Bu tipler aslında doğanın tek taraflı örnekleridir ama günün entelektüel modasının kör etmesini kabul etmeyen insanlar için birer derstir. Kendi tarzlarında birer eğitimci, kültürün destekleyicileridirler. Hayatları sözlerinden daha çok şey öğretir. Hayatları ve özellikle en büyük hataları -iletişim kurma beceriksizleri- vasıtasıyla uygarlığımızın en büyük yanlışlarından birini anlayabiliyoruz, yani sözlü ifadelere bahl inanç, sözler ve yöntemler yoluyla eğitime sınırsızca aşırı değer verme. Çocuk ebeveyninin önemli konuşmalarından kuşkusuz etkilenir ama ebeveyn bunun çocuğu eğittiğini gerçekten tasavvur eder mi? Aslında çocukları ebeveyninin hayalı eğitir -ebeveynin sözle ve davranışla buna eklediği olsa olsa çocuğun kafasını karıştırmaya yarar. Aynısı öğretmen için de geçerlidir. Ama yönteme o kadar inanırız ki yöntem iyiyse onu pratiğe dökmesi öğretmeni kutsar gibi gelir. Yetersiz biri asla iyi öğretmen değildir. Ama öğrencisini gizlice zehirleyen zararlı yetersizliğini harika bir yöntemin ya da aynı ölçüde parlak bir konuşkanlık yeteneğinin arkasına gizleyebilir. Daha olgun yaşlarda öğrenci haliyle yararlı yöntemleri bilmekten daha iyisini istemez, çünkü zafer kazandıran yönteme inanan genel tutum onu zaten yener. Yöntemi doğru biçimde papağan gibi tekrarlayan bomboş kafanın en iyi öğrenci olduğunu çoktan öğrenmiştir. Bütün çevresi her başarının ve mutluluğun dışarıda olduğunun, insanın arzularının limanına varması için doğru yöntem gerektiğinin görsel kanıhdır. Ya da din eğitmeninin hayatı içgörünün hazinesinden yayılan mutluluğu bir ihtimal kanıtlıyor mu? İçedönük akıldışı tipler daha mükemmel insanlığın hocaları elbette değildir; onlarda akıl ve akıl etiği yoktur. Ama hayatları başka bir ihtimali, uygarlığımızda ıstırap verecek kadar eksik olan iç hayatı öğretir.
Birincil ve İkincil İşlevler
Yukarıda belirtilen tanımlarda, okurlarıma, gerçek hayatta bu tiplerin böyle saf bir biçimde sık sık ortaya çıktıkları izlenimini vermeyi hiç arzu etmiyorum. Onlar adeta Galton ailesinin portreleridir, ortak ve tipik özellikleri seçilip fazlasıyla vurgulanır, bireysel özellikleriyse fazlasıyla yok edilir. Daha yakından incelemede, en farklılaşmış işlevin yanı sıra, daha az farklılaşmış ikincil önemde başka bir işlevin bilinçte her zaman mevcut olduğu ve farklılaşmış işlevle birlikte belirleyici bir etki yaphğı ana hatlarıyla görülür.
Netleştirmek için önemli noktaları tekrar edelim: Her işlevin ürünleri bilinçli olabilir ama işlev iradenin kontrolünde kullanıldığında ve aynı zamanda işlevi yöneten ilke bilincin yönelmesi için belirleyici bir ilke olduğunda işlevin "bilinçliliğinden" söz ederiz. Örneğin düşünüş sadece akla sonradan gelen bir düşünce ya da aynı konuyu uzun uzadıya düşünüp durma olmadığında, sonuçları mutlak bir geçerlilik sunduğunda bu doğrudur, öyle ki manhklı sonuç, başka bir kanıtla desteklenmeksizin, pratik eylemin hem saiki hem de garantisi olarak geçerlidir. Bu mutlak egemenlik ampirik yönden her zaman tek bir işleve aittir, bir tek işleve ait olabilir, çünkü başka bir işlevin aynı ölçüde bağımsız müdahalesi, ister istemez farklı bir yönelime neden olurdu, bu da en azından kısmen ilkiyle çelişirdi. Ama bilinçli uyum sürecinin belirsizliğe yer vermeyen, anlaşılır amaçları bulunması can alıcı bir koşul olduğu için, aynı güçte ikincil işlevin mevcudiyeti haliyle kabul edilmez. Pratikte durumun böyle olduğu görüldüğü gibi, bu ikinci işlev ancak ikincil önemi haiz olabilir. İkincil önemin nedeni, birincil işlev gibi kendi başına kesinlikle güvenilebilen ve belirleyici etken olarak geçerli olmaması, oyuna daha çok, yardımcı ya da tamamlayıcı bir işlevle girmesidir. Bu işlevler haliyle doğası baskın işleve zıt olmayan yardımcı işlevler halinde görünür. Örneğin, hissetme düşünmenin yanında asla ikinci işlev görevi yapamaz, çünkü hissetme doğası gereği düşünmeye çok zıthr. Düşünme, gerçek düşünmeyse ve kendi ilkesine sadıksa hissetmeyi titizlikle dışlamalıdır. Aynı düzeyde düşünen ve hisseden bireyler bulunduğu, iki işlevin de bilinç için aynı ölçüde saik güç olduğu olgusunu kuşkusuz ortadan kaldırmaz bu. Ama bu durumlarda farklılaşmış tip meselesi de yoktur, görece gelişmemiş düşünme ve hissetme vardır. İşlevlerin tek biçimli bilinç ya da tek biçimli bilinçsizlik durumu ilkel zihniyet belirtisidir.
İkincil işlevin doğasının birinci işleve zıt değilse de her zaman ondan farklı olduğunu tecrübe gösterir. Birincil işlev olan düşünme yardımcı işlev sezgiyle kolayca ya da aslında duyumla aynı ölçüde iyi eşleşebilir ama daha önce gözlemlendiği gibi, duyguyla asla eşleşmez. Ne sezgi ne de duyum düşünmeye zıttır; dışlanmaları kesinlikle gerekmez, zira -yargılama işlevi olarak düşünmeyle başarıyla rekabet eden hissetme gibi, bunların doğası düşünmenin dengi ve zıddı değildir, düşünceye istenen yardımı yapabilen algı işlevleridir. Ama düşünmeyle aynı farklılaşma düzeyine gelir gelmez düşünmenin bütün yönelimiyle çelişen bir tutum değişikliğine neden olurlardı. Yargıya varma tutumunu algılama tutumuna dönüştürürlerdi; bunun üzerine, düşünceden ayn tutulamayan aklîlik ilkesi algılamanın akıldışılığı lehine baskılanırdı. Dolayısıyla, yardımcı işlev kendi ilkesinin özerkliğini iddia etmeksizin, baskın işlevin hizmetini gördüğünde mümkün ve yararlıdır.
Pratikte karşılaşılan bütün tipler için, bilinçli yani birincil işlevin yanı sıra, görece bilinçdışı yani birincil işlevin doğasından her bakımdan farklı bir yardımcı işlevin bulunduğu kuralı geçerlidir. Sonuçta meydana gelen bileşimler çok iyi bilinen bir resmi ortaya koyar, örneğin duyumla birleşen pratik düşünüşün, sezgiyle ilerleyen spekülatif düşünüşün, his-değerlerinin yardımıyla imgelerini seçen ve sunan sanatsal sezginin, güçlü idrak yoluyla, görüsünü anlaşılır bir düşünce halinde sistemleştiren felsefi sezginin vs. resmidir bu.
Bilinçdışı işlevler de keza bilinçli işlevlere tekabül eden kalıplar halinde gruplara ayrılır. Dolayısıyla, bilinçli pratik düşünmenin mütekabili, sezgiden daha güçlü bir engellenme alhndaki hisle beraber, belki bilinçdışı sezgisel hissetme tutumu olabilir. Bu özellikler ancak pratikte bu vakaların tedavisiyle ilgilenen birinin ilgi alanına girer ama bunları bilmesi önemlidir. Örneğin harika bir düşünen tiple karşılaşan analistin hissetme işlevini bilinçdışından ortaya çıkarmak için elinden geleni yaptığını sık sık gözlemledim. Bu girişimin başarısız olacağı önceden bellidir, çünkü bilinçli bakış açısının çok fazla ihlalini içerir. İhlal yine de başarılsaydı, ardından, hastanın analiste gerçekten zorlanımlı bağımlılığı, ancak acımasızca son verilebilecek bir aktarım gelirdi, çünkü bakış açısından mahrum bırakılan hasta analistini bakış açısı haline getirir. Ama gelişimin yolu yardımcı işlevle -aklî tip vakasında akıldışı işlevlerden biriyle- devam ettiğinde, bilinçdışı olan ve en çok bashrılan işleve yaklaşım, bilinçli bakış açısının yeterli korumasıyla adeta kendiliğinden açığa çıkar. Hastaya ne olup bittiği ve neyin mümkün olduğu konusunda daha geniş bir bakış açısı verir, öyle ki hastanın bilinci bilinçdışırun baskınlarına karşı yeterince korunur. Öte taraftan, bilinçdışırun darbesini hafifletmek için, bilinçte mevcut aklî yardımcı işlevin daha güçlü gelişmesine akıldışı tipin ihtiyacı vardır.
Bilinçdışı işlevler arkaik, hayvani durumda mevcuttur. Rüyalarda ve fantezilerde bunların birer simge halinde ortaya çıkması genellikle iki hayvan ya da iki canavar arasındaki savaşla ya da karşılaşmayla tasvir edilir.
Citations
- William Blake, Marriage of Heaven and Hell
- Semon, Mneme, translated by Louis Simon (London: Allen & Unwin).
Chapter XI: Definitions
It may perhaps seem superfluous that I should add to my text a chapter dealing solely with definitions. But wide experience warns me that, in psychological work especially, one cannot proceed too cautiously when dealing with concepts and expressions; for nowhere do such lamentable conceptual divergences occur, as in the province of psychology, creating only too frequently the most obstinate misunderstandings. This drawback is due not only to the fact that the science of psychology is still in its infancy; but there is also the difficulty that the material of experience, the object of scientific consideration, cannot be displayed in concrete form, as it were, to the eyes of the reader. The psychological investigator is always finding himself obliged to make use of extensive, and in a sense indirect, description for the presentation of the reality he has observed. Only in so far as elementary facts are accessible to number and measure can there be any question of a direct presentation. But how much of the actual psychology of man can be witnessed and observed as mensurable facts? Such facts do exist, in the realm of psychology; indeed my Association Studies have, I think, demonstrated [1] that highly complicated psychological phenomena are none the less accessible to methods of measure. But anyone who has probed more deeply into the nature of psychology, demanding something more of it than science in the wretchedly prescribed limits of a natural science method is able to yield, will also have realized that an experimental method will never succeed in doing justice to the nature of the human soul, nor will it ever trace even an approximately faithful picture of the complicated psychic phenomena.
But, when we leave the realm of mensurable facts, we are dependent upon concepts, which have now to assume the office of measure and number. That precision which exact measurements lend to the observed fact can be replaced only by the precision of the concept. Unfortunately, however, as is only too familiar to every investigator and worker in this field, current psychological concepts are involved in such uncertainty and ambiguity that mutual understanding is almost impossible. One has only to take the concept 'feeling', for instance, and attempt to visualize everything that this idea contains, to get some sort of notion of the variability and ambiguity of psychological concepts. Nevertheless this concept does express something characteristic that is certainly inaccessible to rule and number and yet conceivably existing. One cannot simply resign oneself, as Wundt does in his physiological psychology, to a mere denial of the validity of such facts as essential basic phenomena, whereby they are either replaced by elementary facts or again resolved into such. For by so doing a primary element of psychology is entirely lost.
In order to escape the drawback this overvaluation of the natural science method involves, one is obliged to have recourse to well-defined concepts. But, before we could arrive at such concepts, the collaboration of many would be needed; i.e. the consensus gentium, so to speak, would have to be invoked. But since this is not within the immediate range of possibility, the individual pioneer must at least strive to give his concepts some fixity and precision; and this is best achieved by so elucidating the meaning of the concepts he employs as to put everyone in a position to see what he means by them.
It is in response to this need that I now propose to discuss my principal psychological concepts in alphabetical order, and I must take this opportunity of requesting the reader to refer to these interpretations in every case of doubt. It must, of course, be understood that with these interpretations and definitions I merely wish to establish the sense in which I myself employ the concepts; far be it from me to affirm that such an application is the only possible one under all circumstances, or even the absolutely correct interpretation.
Abstraction
As the word already implies, is the drawing out or isolation of a content (e.g. a meaning or general character, etc.) from a connection, containing other elements, whose combination as a totality is something unique or individual, and therefore inaccessible to comparison. Singularity, uniqueness, and incomparability are obstacles to cognition, hence to the cognitive tendency the remaining elements, though felt to be essentially bound up with the content, must appear irrelevant.
Abstraction, therefore, is that form of mental activity which releases the essential content or fact from its connection with irrelevant elements; it distinguishes it from them, or, in other words, differentiates it. (v. Differentiation). In its wider sense, everything is abstract that is separated from its connection with non-appertaining elements.
Abstraction is an activity belonging to psychological functions in general. There is a thinking which abstracts, just as there is abstracting feeling, sensation, and intuition, (v. these concepts). Abstracting-thinking brings into relief a content that is distinguished from other irrelevant elements by its intellectual, logical qualities. Abstracting-feeling does the same with a content characterized by feeling; similarly with sensation and intuition. Hence, not only are there abstract thoughts but also abstract feelings, which latter are defined by Sully as intellectual, aesthetic, and moral [2]. Nahlowsky adds the religious feeling to these. Abstract feelings would, in my view, correspond with the 'higher' or 'ideal' feelings of Nahlowsky [3]. I put abstract feelings on the same line as abstract thoughts. Abstract sensation would be aesthetic as distinguished from sensual sensation (v. Sensation), and abstract intuition would be symbolical as opposed to phantastical intuition, (v. Phantasy, and Intuition).
In this work, the concept of abstraction is linked up with the idea of the psycho-energic process involved in it. When I assume an abstracting attitude towards an object, I do not let the object affect me in its totality, but I distinguish a portion of it from its connections, at the same time excluding the irrelevant parts. My purpose is to rid myself of the object as a single and unique whole, and to extract only a portion of it. Awareness of the whole undoubtedly takes place, but I do not plunge myself into this awareness; my interest does not flow out into the totality, but withdraws itself from the object as a whole, bringing the abstracted portion into myself, i.e. into my conceptual world, which is already prepared or constellated for .the purpose of abstracting a part of the object. (It is only by virtue of a subjective constellation of concepts that I possess the power of abstracting from the object). 'Interest' I conceive as that energy = libido (v. Libido), which I bestow upon the object as value, or which the object draws from me, even maybe against my will or unknown to myself. I visualize the abstracting process, therefore, as a withdrawal of libido from the object, or as a backflow of value from the object to a subjective, abstract content. Thus, for me, abstraction has the meaning of an energic depreciation of the object. In other words, abstraction can be expressed as an introverting libido-movement.
I call an attitude (v. Attitude) abstracting when it is both introverting and at the same time assimilates to already prepared abstract contents in the subject a certain essential portion of the object The more abstract a content the more unrepresentable it is. I adhere to Kant's view, which maintains that a concept is the more abstract, "the more it excludes the differences of things" [4], in the sense that abstraction at its highest level is absolutely removed from the object, thereby attaining the extreme limit of unrepresentability. It is this abstraction which I term the idea (v. Idea). Conversely, an abstraction that still possesses representability or obviousness is a concrete (y. Concretism) concept.
Affect
By the term affect we understand a state of feeling characterized by a perceptible bodily innervation on the one hand and a peculiar disturbance of the ideational process on the other [5]. I use emotion as synonymous with affect I distinguish—in contrast to Bleuler (v. Affectivity)—feeling from affect, in spite of the fact that no definite demarcation exists, since every feeling, after attaining a certain strength, releases physical innervations, thus becoming an affect. On practical grounds, however, it is advisable to discriminate affect from feeling, since feeling can be a disposable function, whereas affect is usually not so. Similarly, affect is clearly distinguished from feeling by quite perceptible physical innervations, while feeling for the most part lacks them, or their intensity is so slight that they can only be demonstrated by the finest instruments, as for example the psycho-galvanic phenomenon [6]. Affect becomes cumulative through the sensation of the physical innervations released by it. This perception gave rise to the James-Lang theory of affect, which would make bodily innervations wholly responsible for affects. As opposed to this extreme view, I regard affect as a psychic feeling-state on the one hand, and as a physiological innervation-state on the other; each of which has a cumulative, reciprocal effect upon the other, i.e. a component of sensation is joined to the reinforced feeling, through which the affect is approximated more to sensation (v. Sensation), and differentiated essentially from the state of feeling. Pronounced affects, i.e. affects accompanied by violent physical innervation, I do not assign to the province of feeling but to the realm of the sensation function (v. Function).
Affectivity
Is a concept coined by Bleuler. Affectivity designates and embraces "not only the affects proper, but also the slight feelings or feeling-tones of pain and pleasure." [7] On the one hand, Bleuler distinguishes from affectivity all sensations and other bodily perceptions, and, on the other, such feelings as may be regarded as inner perception-processes (e.g. the 'feeling' of certainty or probability) [8] or indistinct thoughts or discernments (pp. 13 ff.).
Anima—v. Soul
Apperception
Is a psychic process by which a new content is articulated to similar already-existing contents in such a way as to be understood, apprehended, or clear [9]. We discriminate active from passive apperception; the former is a process by which the subject of himself, from his own motives, consciously and attentively apprehends a new content and assimilates it to another content standing in readiness; the latter is a process in which a new content from without (through the senses) or from within (from the unconscious) presses through into consciousness and, to a certain extent, compels attention and apprehension upon itself. In the former case, the accent of activity lies with the ego; in the latter, with the obtruding new content.
Archaism
With this term, I designate the ancient character of psychic contents and functions. By this I do not mean archaistic, i.e. imitated antiquity, as exhibited for instance in the later Roman sculpture or the nineteenth century 'Gothic', but qualities which have the character of survival. All those psychological traits can be so described which essentially correspond with the qualities of primitive mentality. It is clear that archaism primarily clings to the phantasies of the unconscious, i.e. to such products of unconscious phantasy-activity as reach consciousness. The quality of the image is archaic when it possesses unmistakable mythological parallels [10]. The analogy-associations of unconscious phantasy are archaic, as is their symbolism (v. Symbol). The relation of identity with the object (v. Identity), or "participation mystique" (q.v.) is archaic. Concretism of thought and feeling is archaic. Compulsion and inability for self-control (being carried away) are also archaic. That condition in which the psychological functions are fused or merged one into the other (v. Differentiation) is archaic—the fusion, for instance, of thinking with feeling, feeling with sensation, or feeling with intuition. Furthermore, the coalescence of parts of a function ('audition coloriée'), ambitendency and ambivalency (Bleuler), i.e. the state of fusion with its counterpart, e.g. positive with negative feeling, is also archaic.
Assimilation
Is the absorption or joining up of a new conscious content to already prepared subjective material [11], whereby the similarity of the new content with the waiting subjective material is specially emphasized, even to the prejudice of the independent quality of the new content [12]. Fundamentally, assimilation is a process of apperception (v. Apperception), which, however, is distinguished from pure apperception by this element of adjustment to the subjective material. It is in this sense that Wundt says [13]: "This method of acquisition (viz. assimilation) stands out most obviously in representations where the assimilating elements arise through reproduction and the assimilated material through a direct sense-impression. For then the elements of memory-images are transferred, as it were, into the outer object, which is especially the case when the object and the reproduced elements differ so considerably from each other that the completed sense-perception appears as an illusion, deceiving us as to the actual nature of things."
I employ assimilation in a somewhat broader sense, namely as the adjustment of object to subject in general, and with it I contrast dissimilation, which represents the adjustment of subject to object, and a consequent estrangement of the subject from himself in favour of the object, whether it be an external object or a 'psychological' or inner object, as for instance an idea.
Attitude (Einstellung)
This concept is a relatively recent acquisition to psychology. It originated with Müller and Schumann [14]. Whereas Kulpe [15] defines attitude as a predisposition of the sensory or motor centres to a definite stimulation or persistent impulse, Ebbinghaus [16] conceives it in a wider sense as a phenomenon of exercise, introducing an air of the customary into the individual act which deviates from the customary. Our use of the concept proceeds, from Ebbinghaus' conception of attitude. For us, attitude is a readiness of the psyche to act or to react in a certain direction. It is precisely for the psychology of complex psychic phenomena that the concept is so important, since it provides an expression for that peculiar psychological phenomenon wherein we find certain stimuli exercising a powerful effect on one occasion, while their effect is either weak or wholly absent on another. To have a certain attitude means to be ready for something definite, even though this definite something is unconscious, since having an attitude is synonymous with an a priori direction towards a definite thing, whether this be present in consciousness or not. The state of readiness, which I conceive attitude to be, always consists in the presence of a certain subjective constellation, a definite combination of psychic factors or contents, which will either determine action in this or that definite direction, or will comprehend an external stimulus in this or that definite way. Active apperception (q.v.) is impossible without an attitude. An attitude always has an objective; this can be either con-scious or unconscious, since in the act of apperceiving a new content a prepared combination of contents unfailingly emphasizes those qualities or motives which appear to belong to the subjective content Hence a selection or judgment takes place which excludes the irrelevant. As to what is, and what is not, relevant is decided by the already orientated combination or constellation of contents. Whether the attitude's objective be conscious or unconscious is immaterial to its selective effect, since the choice is already given a priori through the attitude, and therefore follows automatically. It is useful, however, to distinguish between conscious and unconscious, since the presence of two attitudes is extremely frequent, the one conscious and the other unconscious. Which means to say that the conscious has a preparedness of contents different from that of the unconscious. This duality of attitude is particularly evident in neurosis.
There is a certain kinship between the concept of attitude and the apperception concept of Wundt, though with this difference, that the idea of apperception includes the process of relating the already prepared content toˆthe new content to be apperceived, while the concept of attitude relates exclusively to the subjectively prepared content. Apperception is, as it were, the bridge which connects the already present and prepared content with the new content, the attitude being, in a sense, the end-pier or abutment of the bridge upon the one bank, while the new content represents the abutment upon the other bank. Attitude signifies an expectation, an expectation always operates selectively—it gives direction. The presence of a strongly toned content in the field of consciousness forms (sometimes together with other contents) a certain constellation which is synonymous with a definite attitude, because such a conscious content favours the perception and apperception of everything similar, and inhibits the dissimilar. It creates an attitude corresponding with it This automatic phenomenon is an essential cause of the onesidedness of conscious orientation. It would lead to a complete loss of equilibrium if there were no self-regulating, compensatory (q.v.) function in the psyche to correct the conscious attitude. Thus in this sense the duality of the attitude is a normal phenomenon, which plays 'a disturbing rôle only when conscious one-sidedness becomes excessive.
As ordinary attention, the attitude can be either a relatively unimportant subsidiary phenomenon or a general principle determining the whole psyche. From disposition, environmental influence, education, general experience, or conviction a constellation of contents may be habitually present, continually moulding a certain attitude which may operate even down to the most minute details of life. Every man who has a special sense of the unpleasant side of life will naturally have an attitude of constant readiness for the disagreeable. This excessive conscious attitude is counterbalanced by an unconscious attitude for pleasure. The oppressed individual has a conscious attitude that always anticipates oppression; he selects this factor in experience; everywhere he scents it out; and in so doing his unconscious attitude makes for power and superiority. The total psychology of the individual even in its various basic characters is orientated by the nature of his habitual attitude. In spite of the fact that general psychological laws are operative in every individual, they cannot be said to be characteristic of the individual, since the nature of their operation varies completely in accordance with the nature of the general attitude. The general attitude is always a resultant of all the factors that can have an essential influence upon the psyche, such as inborn disposition, education, milieu-influences, experience of life, insight and convictions gained through differentiation (q.v.), collective ideas, etc. Without the absolutely fundamental importance of attitude, there would be no question of the existence of an individual psychology. But the general attitude effects such immense displacements of energy, and so modifies the relations between individual functions, that resultants are produced which frequently bring the validity of general psychological laws into question. In spite of the fact, for instance, that a certain measure of activity is held to be indispensable for the sexual function both on physiological and psychological grounds, individuals certainly exist who, without injury to themselves, i.e. without pathological phenomena and without any demonstrable restriction of productive power, can, to a very great extent, dispense with it; while, in other cases, quite insignificant deprivations or disturbances in this region may involve very considerable general consequences. How potent individual differences can be is seen perhaps most clearly in questions of likes and dislikes. Here practically all rules go by the board. What is there, in the last resort, which has not at one time given man pleasure, while at another has caused him pain? Every instinct, every function can be subordinated to other instincts and functions and act as a servant. The ego or power-instinct can make sexuality its serviceable subject, or sexuality make use of the ego. Thinking may over-run everything else, or feeling swallow up thinking and sensation, all in obedience to the attitude.
Au fond, the attitude is an individual phenomenon and is inaccessible to the scientific method of approach. In actual experience, however, certain attitude-types can be discriminated in so far as certain psychic functions can also be differentiated. When a function habitually predominates, a typical attitude is thereby produced. In accordance with the nature of the differentiated function, constellations of contents take place which create a corresponding attitude. Thus there exist a typical thinking, a feeling, a sensational, and an intuitive attitude. Besides these purely psychological attitude-types, whose number might possibly be increased, there are also social types, namely, those for whom a collective idea expresses the brand. They are characterized by the various '-isms'. These collective attitudes are, at all events, very important in certain cases, even outweighing in significance the purely individual attitude.
Collective
All those psychic contents I term collective which are peculiar not to one individual, but to many, at the same time, i.e. either to a society, a people, or to mankind in general. Such contents are the "mystical collective ideas" ("représentations collectives") of the primitive described by Lévy-Bruhl [17]; they include also the general concepts of right, the State, religion, science, etc., current among civilized man. It is not only concepts and ways of looking at things, however, which must be termed collective, but also feelings. Lévy-Bruhl shows that for the primitives collective ideas also represent collective feelings. By virtue of this collective feeling value he also terms the "représentations collectives", 'mystiques' since these representations are not merely intellectual but also emotional [18]. With civilized peoples, collective feelings are also bound up with certain collective ideas, such for example as the idea of God, justice, fatherland, etc. The collective character does not merely cling to individual psychic elements, it also involves whole functions (q.v.). Thus, for instance, thinking can have the character of a wholly collective function, in so far as it possesses a generally valid quality, when, for example, it agrees with the laws of logic. Feeling can also be a wholly collective function, in so far as it is identical with the general feeling, when, in other words, it corresponds with general expectations or with the general moral consciousness. In the same way, that sensation or manner of sensing, and that intuition, are collective which are peculiar to a large group of men at the same time. The antithesis of collective is individual (q.v.).
Compensation
Means a balancing or supplementing. This concept was actually introduced [19] into the psychology of the neuroses by Adler [20]. He understands by it a functional adjustment of the feeling of inferiority by a compensating psychological system, comparable to the compensating development of organs in organic inferiority [21]. Thus Adler says: "For these inferior organs and organ-systems the struggle with the outer world begins with the release from the maternal organism, a struggle which must necessarily break out and declare itself with greater violence than ever occurs in the more normally developed apparatus. At the same time, however, the foetal character provides an enhanced possibility for compensation and overcompensation, increases the capacity for adaptation to ordinary and extraordinary resistances, and ensures the formation of new and higher forms and achievements." [22]. The neurotic's inferiority-feeling, which according to Adler corresponds aetiologically with an organ-inferiority, brings about an "auxiliary construction" [23]; in other words, a compensation, which consists in the setting-up of a fiction to balance the inferiority. The fiction or "fictitious guiding line" is a psychological system which seeks to convert the inferiority into a superiority. This conception gains significance in the undeniable existence—for we have all experienced it—of a compensating function in the sphere of psychological processes. It corresponds with a similar function in the physiological sphere, namely, the self-regulation or self-direction of the living organism.
Whereas Adler restricts his concept of compensation to a mere balancing of the feeling of inferiority, I conceive it as a general functional adjustment, an inherent self-regulation of the psychic apparatus [24]. In this sense, I regard the activity of the unconscious (q.v.) as a compensation to the onesidedness of the general attitude produced by the function of consciousness. Psychologists often compare consciousness to the eye: we speak of a visual-field and of a focal point of consciousness. The nature of consciousness is aptly characterized by this simile: only a few contents can attain the highest grade of consciousness at the same time, and only a limited number of contents can be held at the same time in the conscious field. The activity of the conscious is selective. Selection demands direction. But direction requires the exclusion of everything irrelevant. On occasion, therefore, a certain onesidedness of the conscious orientation is inevitable. The contents that are excluded and inhibited by the chosen direction sink into the unconscious, where by virtue of their effective existence they form a definite counterweight against the conscious orientation. The strengthening of this counterposition keeps pace with the intensification of the conscious onesidedness until finally a noticeable tension is produced. This tension involves a certain inhibition of the conscious activity which can assuredly be broken down by increased conscious effort. But as time goes on, the tension becomes so acute that the inhibited unconscious contents begin to break through into consciousness in the form of dreams and spontaneous images. The more onesided the conscious attitude, the more antithetic are the contents arising from the unconscious, so that we may speak of a real opposition between the conscious and the unconscious; in which case, compensation appears in the form of a contrasting function Such a case is extreme. Compensation by the unconscious is, as a rule, not so much a contrast as a levelling up or supplementing of the conscious orientation. In dreams, for instance, the unconscious may supply all those contents which are constellated by the conscious situation, but which are inhibited by conscious selection, although a knowledge of them would be quite indispensable to a complete adaptation.
In the normal condition the compensation is unconscious, i.e. it performs an unconscious regulation of conscious activity. In the neurotic state the unconscious appears in such strong contrast to the conscious that compensation is disturbed. The aim of analytical therapy, therefore, is to make the unconscious contents conscious in order that compensation may be reestablished.
Concretism
By this term I understand a definite peculiarity of thought and feeling which represents the antithesis to abstraction. The actual meaning of concrete is 'grown together'. A concretely-thought concept is one that has grown together or coalesced with other concepts. Such a concept is not abstract, not isolated, and independently thought, but always impure and related. It is not a differentiated concept, but is still embedded in the sense-conveyed material of perception. Concretistic thinking moves among exclusively concrete concepts and views; it is constantly related to sensation. Similarly concretistic feeling is never free from sensuous relatedness.
Primitive thinking and feeling are exclusively concretistic; they are always related to sensation. The thought of the primitive has no detached independence, but clings to the material phenomenon. The most he can do is to raise it to the level of analogy. Primitive feeling is always equally related to the material phenomenon. His thought and feeling depend upon sensation and are only faintly differentiated from it Concretism, therefore, is an archaism (j.v.). The magical influence of the fetish is not experienced as a subjective state of feeling, but sensed as a magical effect. This is the concretism of feeling. The primitive does not experience the idea of divinity as a subjective content, but the sacred tree is the habitat—nay, even the deity' himself. This is concretism of thinking. With civilized man, concretism of thought consists in the inability to conceive of anything which differs from the immediately obvious external facts, or in the inability to discriminate subjective feeling from the sense-given object.
Concretism is a concept which falls under the more general concept of "participation mystique" (q.v.). Just as "participation mystique" represents a fusion of the individual with outer objects, so concretism represents a mixing-up of thought and feeling with sensation. It is a state of concretism when the object of thinking and feeling is at the same time also an object of sensation. This coalescence prevents a differentiation of thought and feeling, anchoring both functions within the sphere of sensation, i.e. sensuous relatedness; accordingly they can never be developed into pure functions, but must always remain the mere retainers of sensation. The result of this is a predominance of the factor of sensation in the psychological orientation. (Concerning the importance of the factor of sensation v. Sensation; Types).
The disadvantage of concretism is the subjection of function to sensation. Because sensation is the perception of physiological stimuli, concretism either rivets the function to the sphere of sense or constantly leads it back there. The effect of this is a sensual subjection of the psychological functions, favouring the influence of external facts at the expense of individual psychic autonomy. From the standpoint of the recognition of facts, this orientation is, of course, valuable, but from the standpoint of the interpretation of facts and their relation to the individual it is definitely prejudicial. Concretism produces a state where facts gain the paramount importance, thereby suppressing the individuality and its freedom in favour of the objective process. But since the individual is not only determined by physiological stimuli, but also by factors which may even be opposed to the external fact, concretism effects a projection of these inner factors into the outer fact, thus provoking an almost superstitious overvaluation of mere facts, as is precisely the case with the primitive. A good example of this is seen in Nietzsche, whose concretism of feeling resulted in an excessive valuation of diet; the materialism of Moleschott is a similar instance ("Man is what he eats"). An example of the superstitious overvaluation of facts is also provided by the hypostasizing of the concept of energy in the monism of Ostwald.
Consciousness
By consciousness I understand the relatedness of psychic contents to the ego (v. Ego) in so far as they are sensed as such by the ego [25]. In so far as relations are not sensed as such by the ego, they are unconscious (q.v.). Consciousness is the function or activity [26] which maintains the relation of psychic contents with the ego. Consciousness is not identical with psyche, since, in my view, psyche represents the totality of all the psychic contents, and these are not necessarily all bound up directly with the ego, i.e. related to it in such a way that they take on the quality of consciousness. There exist a great many psychic complexes and these are not all, necessarily, connected with the ego [27].
Constructive
This concept is used by me in an equivalent sense to synthetic, almost in fact as an illustration of the latter concept. Constructive means 'building up'. I employ 'constructive' and 'synthetic', in describing a method that is opposed to the reductive [28]. The constructive method is concerned with the elaboration of unconscious products (dreams, phantasies, etc.). It takes the unconscious product as a basis or starting point, as a symbolical (q.v.) expression, which, stretching on ahead as it were, represents a coming phase of psychological development [29]. In this connection, Maeder actually speaks of a prospective function of the unconscious, which half playfully anticipates the future psychological development [30]. Adler, too, recognises an anticipatory function of the unconscious [31]. It is obvious that the product of the unconscious must not be regarded as a finished thing, a sort of end-product; for in this case it would be dispossessed of every practical significance. Even Freud allows the dream a teleological rôle as the "guardian of sleep" [32], although for him its prospective function is essentially restricted to "wishes". The practical character of unconscious tendencies, however, cannot be disputed a priori, if we are to accept the analogy with other psychological or physiological functions. We conceive the product of the unconscious, therefore, as an expression orientated to a goal or purpose, but characterizing the objective in symbolical metaphor [33].
In accordance with this conception, the constructive method of interpretation is not so much concerned with the basic sources underlying the unconscious product, or with the mere raw materials as such, as it is with the aim to raise the symbolical product to a general and comprehensible expression [34]. The free associations of the unconscious product are thus considered with a view to a psychological objective and not from the standpoint of derivation. They are viewed from the angle of future action or inaction; their relation to the conscious situation is thereby scrupulously considered, for with the compensatory conception of the unconscious its activity has an essentially supplementary significance for the conscious situation. Since it is now a question of an anticipatory orientation, the actual relation to the object does not loom so large as in the reductive procedure, which is preoccupied with the actual past relations with the object. It is much more a question of the subjective attitude, in which the object merely signifies a sign of the subjective tendencies. The aim of the constructive method, therefore, is the production of a meaning from the unconscious product which is definitely related to the subject's future attitude. Since, as a rule, the unconscious has the power of shaping only symbolical expressions, the constructive method seeks to elucidate the symbolically expressed meaning in such a way that a correct indication is supplied to the conscious orientation, whereby the subject may discover that harmony with the unconscious which his future action requires.
Thus, just as no psychological method of interpretation is based exclusively upon the association-material of the analysant, the constructive method also makes use of certain comparative material. And, just as the reductive interpretation employs parallels drawn from biological, physiological, literary, folk-lore, and other sources, the constructive treatment of the intellectual problem is dependent upon philosophical parallels, while the intuitive problem is referred to parallels in mythology and the history of religion.
The constructive method is necessarily individualistic, since a future collective attitude is developed only through the individual. The reductive method is, on the contrary, collective, since it leads back from the individual case to general basic attitudes or facts. The constructive method can be directly applied also by the subject upon his own material. In this latter case it is an intuitive method, devoted to the elucidation of the general meaning of an unconscious product This elucidation succeeds through an associative (hence not actively apperceptive; q.v.) articulation of wider material, which so enriches and deepens the symbolical expression of the unconscious that it eventually attains a degree of clarity through which it can become comprehensible to consciousness. Through this enriching of the symbolical expression it becomes interwoven with more universal associations, and is therewith assimilated;
Differentiation
Means the development of differences, the separation of parts from a whole. In this work I employ the concept chiefly in respect to psychological functions. So long as one function is still so merged with one or more of the other functions—as for example thinking with feeling, or feeling with sensation, etc.—as to be quite unable to appear alone, it is in an archaic (q.v.) state, and therefore undifferentiated, i.c. it is not separated out as a special part from the whole having its own independent existence. An undifferentiated thinking is incapable of thinking apart from other functions, i.e. it is constantly mixed up with sensations, feelings, or intuitions; such thinking may, for instance, become blended with sensations and phantasies, as exemplified in the sexualization (Freud) of feeling and thinking in neurosis. The undifferentiated function is also commonly characterized by the qualities of ambivalency and ambitendency [35], i.e. every positive brings with it an equally strong negative, whereby characteristic inhibitions spring up in the application of the undifferentiated function. Such a function suffers also from a fusing together of its individual parts; thus an undifferentiated faculty of sensation, for instance, is impaired through an amalgamation of the separate spheres of sensation ("audition coloriée"), and undifferentiated feeling through confounding hatred with love. Just so far as a function is wholly or mainly unconscious is it also undifferentiated, i.e. it is not only fused together in its parts but also merged with other functions.
Differentiation consists in the separation of the selected function from other functions, and in the separation of its individual parts from each other. Without differentiation direction is impossible, since the direction of a function is dependent upon the isolation and exclusion of the irrelevant. Through fusion with what is irrelevant, direction becomes impossible'; only a differentiated function proves itself capable of direction.
Dissimilation: v. Assimilation
Ego
By ego, I understand a complex of representations which constitutes the centrum of my field of consciousness and appears to possess a very high degree of continuity and identity. Hence I also speak of an ego-complex [36].
The ego-complex is as much a content as it is a condition of consciousness (?.v.), since a psychic element is conscious to me just in so far as it is related to my ego-complex. But, inasmuch as the ego is only the centrum of my field of consciousness, it is not identical with the totality of my psyche, being merely a complex among other complexes. Hence I discriminate between the ego and the Self, since the ego is only the subject of my consciousness, while the Self is the subject of my totality: hence it also includes the unconscious psyche. In this sense the Self would be an (ideal) factor which embraces and includes the ego. In unconscious phantasy the Self often appears as a super-ordinated or ideal personality, as Faust in relation to Goethe and Zarathustra to Nietzsche. In the effort of idealization the archaic features of the Self are represented as practically severed from the 'higher' Self, as in the figure of Mephisto with Goethe or in that of Epimetheus with Spitteler. In the Christian psychology the severance is extreme in the figures of Christ and the devil or Anti-Christ; while with Nietzsche Zarathustra discovers his shadow in the 'ugliest man'.
Emotion v. Affect
Enantiodromia
Means 'a running counter to'. In the philosophy of Heraclitus [38] this concept is used to designate the play of opposites in the course of events, namely, the view which maintains that everything that exists goes over into its opposite. "From the living comes death, and from the dead, life; from the young, old age; and from the old, youth; from waking, sleep; and from sleep, waking; the stream of creation and decay never stands still." [38] "Construction and destruction, destruction and construction—this is the norm which rules in every circle of natural life from the smallest to the greatest. Just as the cosmos itself emerged from the primal fire, so must it return once more into the same a double process running its measured course through vast periods, a drama eternally re-enacted." [39]
This is the enantiodromia of Heraclitus in the words of qualified interpreters. There are abundant sayings from the mouth of Heraclitus himself which express the same view. Thus he says:
"Even Nature herself striveth after the opposite, bringing harmony not from like things, but from contrasts." "When they are born, they prepare to live, and therewith to suffer death." "For souls it is death to become water, for water death to become earth. From the earth cometh water, and from water soul." "Everywhere mutual exchange; the All in exchange for fire, and fire in exchange for the All, just as gold for wares and wares for gold."
In a psychological application of his principle Heraclitus says: "Let ye never lack riches, O Ephesians, lest your depravity cometh to the light." [40]
I use the term enantiodromia to describe the emergence of the unconscious opposite, with particular relation to its chronological sequence. This characteristic phenomenon occurs almost universally wherever an extreme, onesided tendency dominates the conscious life; for this involves the gradual development of an equally strong, unconscious counterposition, which first becomes manifest in an inhibition of conscious activities, and subsequently leads to an interruption of conscious direction. A good example of enantiodromia is seen in the psychology of Saul of Tarsus and his conversion to Christianity; as also in the story of the conversion of Raymond Lully; [41] in the Christ-identification of the sick Nietzsche with his deification and subsequent hatred of Wagner; in the transformation of Swedenborg from scholar into seer, etc.
Extraversion
Means an outward-turning of the libido (q.v.). With this concept I denote a manifest relatedness of subject to object in the sense of a positive movement of subjective interest towards the object. Everyone in the state of extraversion thinks, feels, and acts in relation to the object, and moreover in a direct and clearly observable fashion, so that no doubt can exist about his positive dependence upon the object. In a sense, therefore, extraversion is an outgoing transference of interest from the subject to the object. If it is an intellectual extraversion, the subject thinks himself into the object; if a feeling extraversion, then the subject feels himself into the object. The state of extraversion means a strong, if not exclusive, determination by the object. One should speak of an active extraversion when deliberately willed, and of a passive extraversion when the object compels it, i.e. attracts the interest of the subject of its own accord, even against the tatter's intention. Should the state of extraversion become habitual, the extroverted type (v. Type) appears.
Feeling (Fühlen)
I count feeling among the four basic psychological functions. I am unable to support the psychological school that regards feeling as a secondary phenomenon dependent upon "presentations" or sensations, but in company with Höffding, Wundt, Lehmann, Külpe, Baldwin, and others, I regard it as an independent function sui generis. [42]
Feeling is primarily a process that takes place between the ego and a given content, a process, moreover, that imparts to the content a definite value in the sense of acceptance or rejection ('like' or 'dislike'); but it can also appear, as it were, isolated in the form of 'mood', quite apart from the momentary contents of consciousness or momentary sensations. This latter process may be causally related to previous conscious contents, though not necessarily so, since, as psychopathology abundantly proves, it can take origin equally well from unconscious contents. But even the mood, whether it be regarded as a general or only a partial feeling, signifies a valuation; not, however, a valuation of one definite, individual, conscious content, but of the whole conscious situation at the moment, and, once again, with special reference to the question of acceptance or rejection.
Feeling, therefore, is an entirely subjective process, which may be in every respect independent of external stimuli, although chiming in with every sensation [43]. Even an 'indifferent' sensation possesses a 'feeling tone', namely, that of indifference, which again expresses a certain valuation. Hence feeling is also a kind of judging, differing, however, from an intellectual judgment, in that it does not aim at establishing an intellectual connection but is solely concerned with the setting up of a subjective criterion of acceptance or rejection. The valuation by feeling extends to every content of consciousness, of whatever kind it may be. When the intensity of feeling is increased an affect (v. Affect) results, which is a state of feeling accompanied by appreciable bodily innervations. Feeling is distinguished from affect by the fact that it gives rise to no perceptible physical innervations, i.e. just as much or as little as the ordinary thinking process.
Ordinary 'simple' feeling is concrete (q.v.), i.e. it is mixed up with other function-elements, frequently with sensation for instance. In this particular case we might term it affective, or (as in this book, for instance) feeling-sensation, by which a well-nigh inseparable blending of feeling with sensation elements is to be understood. This characteristic fusion is universally present where feeling is still an undifferentiated function, hence most evidently in the psyche of a neurotic with a differentiated thinking.
Although feeling is an independent function in itself, it may lapse into a state of dependence upon another function, upon thinking, for instance; whereby a feeling is produced which is merely kept as an accompaniment to thinking, and is not repressed from consciousness only in so far as it fits in with the intellectual associations. It is important to distinguish abstract feeling from ordinary concrete feeling. For, just as the abstract concept (v. Thinking) does away with the differences of the things embraced in it, so abstract feeling, by being raised above the differences of the individual feeling-values, establishes a 'mood', or state of feeling, which embraces and therewith abolishes the different individual values. Thus, just as thinking marshals the conscious contents under concepts, feeling arranges them according to their value. The more concrete the feeling, the more subjective and personal the value it confers; but the more abstract it is, the more general and objective is the value it bestows. Just as a completely abstract concept no longer coincides with the individuality and peculiarity of things, only revealing their universality and indistinctness, so too the completely abstract feeling no longer coincides with the individual instant and its feeling quality but only with the totality of all instants and their indistinctness. Accordingly, feeling like thinking is a rational function, since, as is shown by experience, values in general are bestowed according to the laws of reason, just as concepts in general are framed after the laws of reason.
Naturally the essence of feeling is not characterized by the foregoing definitions : they only serve to convey its external manifestations. The conceptual capacity of the intellect proves incapable of formulating the real nature of feeling in abstract terms, since thinking belongs to a category quite incommensurable with feeling. In fact, no basic psychological function whatsoever can be completely expressed by any other one. This circumstance is responsible for the fact that no intellectual definition will ever be able to render the specific character of feeling in any adequate measure. The mere fact that feelings are �classified adds nothing to the understanding of their nature, because even the most exact classification will be able to yield only that intellectually seizable content to which or with which feelings appear connected, but without thereby apprehending the specific nature of feeling. Thus, however many varying and intellectually seizable classes of contents there may be, just as many feelings can be differentiated, without ever arriving at an exhaustive classification of feelings themselves; because, beyond every possible class of contents accessible to the intellect, there still exist feelings which are beyond intellectual classification. The very idea of a classification is intellectual and therefore incommensurable with the nature of feeling. Hence, we must content ourselves with our attempts to define the limits of the concept.
The nature of a feeling-valuation may be compared with intellectual apperception as an apperception of value. An active and a passive feeling-apperception can be distinguished. The passive feeling-act is characterized by the fact that a content excites or attracts the feeling; it compels a feeling-participation on the part of the subject The active feeling-act, on the contrary, confers value from the subject—it is a deliberate evaluation of contents in accordance with feeling and not in accordance with intellectual intention. Hence active feeling is a directed function, an act of will, as for instance loving as opposed to being in love. This latter state would be undirected, passive feeling, as, indeed, the ordinary colloquial term suggests, since it describes the former as activity and the latter as a condition. Undirected feeling is feeling-intuition. Thus, in the stricter sense, only the active, directed feeling should be termed rational: the passive is definitely irrational, since it establishes values without voluntary participation, occasionally even against the subject's intention.
When the total attitude of the individual is orientated by the function of feeling, we speak of a feeling-type (v. Type).
Feeling-into (Einfühlung)
Is an introjection (q.v.) of the object into the ego. For the fuller description of the concept of feeling-into, see text of Chapter vii (v. also Projection).
Function
By psychological function I understand a certain form of psychic activity that remains theoretically the same under varying circumstances. From the energic standpoint a function is a phenomenal form of libido (q.v.) which theoretically remains constant, in much the same way as physical force can be considered as the form or momentary manifestation of physical energy. I distinguish four basic functions in all, two rational and two irrational—viz. thinking and feeling, sensation and intuition. I can give no a priori reason for selecting just these four as basic functions; I can only point to the fact that this conception has shaped itself out of many years' experience.
I differentiate these functions from one another, because they are neither mutually relatable nor mutually reducible. The principle of thinking, for instance, is absolutely different from the principle of feeling, and so forth. I make a capital distinction between this concept of function and phantasy-activity, or reverie, because, to my mind, phantasying is a peculiar form of activity which can manifest itself in all the four functions.
In my view, both will and attention are entirely secondary psychic phenomena.
Idea
In this work the concept of idea is sometimes used to designate a certain psychological element intimately connected with what I term image (q.v.). The image may be either personal or impersonal in its origin. In the latter case, it is collective and is distinguished by mythological qualities. I then term it primordial image. When, on the contrary, it has no mythological character, i.e. lacks the intuitive qualities and is merely collective, I speak of an idea. Accordingly I employ the term idea as something which expresses the meaning of a primordial image that has been abstracted or detached from the concretism of the image. In so far as the idea is an abstraction, it has the appearance of something derived, or developed, from elementary factors, a product of thinking. This is the sense, as something secondary and derived, in which it is regarded by Wundt [44] and many others. Since, however, the idea is merely the formulated meaning of a primordial image in which it was already symbolically represented, the essence of the idea is not merely derived, or produced, but, considered psychologically, it has an a priori existence as a given possibility of thought-connections in general. Hence, in accordance with its nature (not with its formulation), the idea is an a priori existing and determining psychological factor. In this sense Plato sees the idea as a primordial image of things, while Kant defines it as the "archetype of the use of the mind"; hence it is a transcendent concept which, as such, transcends the limit of experienceable things [45]. It is a concept demanded by reason, "whose object can never be met with in experience" [46]. Kant says:
"For, although we are bound to say of transcendent reasonal concepts They are only ideas, yet are we in no way justified in regarding them as superfluous and unreal. For, although no object can be determined by them, nevertheless fundamentally and unperceived they can serve the mind as canons for its extended and harmonious use, whereby it discerns no object more acutely than it would according to its own concepts, yet is guided in this discernment in a better and broader approach. Not to mention the fact that they may, perhaps, bring about a transition from natural ideas to practical concepts, even providing moral ideas with a certain associative texture of the speculative findings of reason". [47]
Schopenhauer says:
"By idea I understand every definite and established grade of the objectification of will, in so far as it is a thing-in-itself and, therefore, removed from multiplicity; such grades, moreover, are related to individual things as their eternal forms or prototypes". [48]
With Schopenhauer, however, the idea is plastic in character, because he conceives it wholly in the sense of what I describe as primordial image; it is, however, indiscernible to the individual, revealing itself only to the "pure Subject of cognition", which is raised above will and individuality (§ 49).
Hegel completely hypostasizes the idea, and gives it the attribute of the only real existence. It is "the concept, the reality of the concept and the one-ness of both". [49] It is "eternal generation". [50]
Lasswitz regards the idea as a "law indicating the direction, in which our experience should develop". It is the "most certain and supreme reality". [51]
With Cohen, the idea is the "self-consciousness of the concept", the "foundation" of being [52].
I do not wish to multiply further evidence to establish the primary nature of the idea. These quotations should sufficiently demonstrate that the idea is conceived also as a fundamental, a priori existent factor. It possesses this latter quality from its antecedent, the' primordial, symbolical image (q.v.). Its secondary nature of an abstract and derived entity it receives from the rational elaboration to which the primordial image is subjected before it is made suitable for rational usage. Inasmuch as the primordial image is a constant autochthonic psychological factor repeating itself in all times and places, we might also, in a certain sense, say the same of the idea, although, on account of its rational nature, it is much more subject to modification by rational elaboration, which in its turn is strongly influenced by time and circumstance. It is this rational elaboration which gives it formulations corresponding with the spirit of the time. A few philosophers, by virtue of its derivation from the primordial image, ascribe a transcendent quality to it; this does not really belong to the idea as I conceive it, but rather to the primordial image, about which a timeless quality clings, established as it is from all time as an integral and inherent constituent of the human mind. Its quality of independence is derived also from the primordial image which was never made and is constantly present, appearing so spontaneously in perception that we might also say it strives independently towards its own realization, since it is sensed by the mind as an actively determining power. Such a view, however, is not general, but presumably a question of attitude (v. Chap. vii). The idea is a psychological factor which not only determines thought but, in the form of a practical idea, also conditions feeling. As a general rule, however, I only employ the term idea, either when I am speaking of the determination of thought in a thinking-type, or when denoting the determination of feeling in a feeling-type. On the other hand, it is terminologically correct to speak of determination by the primordial image, when we are dealing with an a priori determination of an undifferentiated function.
The dual nature of the idea, as something that is at the same time both primary and secondary, is responsible for the fact that the expression is occasionally used promiscuously with 'primordial image'. For the introverted attitude the idea is the primum movens; for the extraverted, it is a product.
Identification
This term connotes a psychological process in which the personality is either partially or totally dissimilated (v. Assimilation) from itself. Identification is an estrangement of the subject from himself in favour of an object in which the subject is, to a certain extent, disguised. For example, identification with the father practically signifies an adoption of the ways and manners of the father, as though the son were the same as the father and not a separate individual. Identification is distinguished from imitation by the fact that identification is an unconscious imitation, whereas imitation is a conscious copying.
Imitation is an indispensable expedient for the developing personality of youth. It has a beneficial effect so long as it does not merely serve as a means of accommodation, thus hindering the development of a suitable individual method. Similarly, identification may be progressive in so far as the individual way is not yet available. But, whenever a better individual possibility presents itself, identification manifests its pathological character by proving henceforth just as great a hindrance as before it was unwittingly supporting and beneficial. For now it has a dissociating influence, dividing the subject into two mutually estranged personalities. Identification is not always related to persons but also to things (for instance, a spiritual movement, or a business, etc.) and to psychological functions. In fact, the latter case is particularly important (cf. Chap. ii.). Identification, in such a case, leads to the formation of a secondary character, whereby the individual is so identified with his most developed function that he is very largely or even wholly removed from his original character-foundation, so that his real individuality goes into the unconscious. This is nearly always the rule with men who possess one differentiated function. It is, in fact, a necessary transitional stage on the way to individuation.
Identification with the parents or nearest members of the family is a normal phenomenon, in so far as it coincides with the a priori or pre-existing familial, identity. In such a case, it is better not to speak of identification but of identity, a term which corresponds with the actual matter of fact. For identification with members of the family is to be distinguished from identity by the fact, that it is not given as an a priori fact, but arises secondarily only through the following process:—As the individual is developing out of the original familial identity, his process of adaptation and development brings him upon an obstacle which cannot immediately be mastered; a damming-up of libido, accordingly, takes place and gradually seeks a regressive outlet. The regression brings about a revivification of earlier states, among others the state of familial identity. The identification with the members of the family corresponds with this regressive revival of a state of identity which has actually almost been overcome. Every identification with persons takes place in this way. Identification has always a purpose, namely, to obtain an advantage, push aside an obstacle, or solve a task after the manner of another individual.
Identity
I use the term identity in the case of a psychological equality. It is always an unconscious phenomenon, since a conscious equality would necessarily involve the consciousness of two similar things—hence immediately presupposing a separation of subject and object, whereby the phenomenon of identity would be already resolved. Psychological identity presupposes its unconsciousness. I t is a characteristic of the primitive mentality, and is the actual basis of "participation mystique", which, in reality, is merely a relic of the original psychological non-differentiation of subject and object—hence of the primordial unconscious state. It is, therefore, a characteristic of the early infantile mental condition. Finally, it is also a characteristic of the unconscious content in adult civilized man, which, in so far as it has not become a conscious content, remains permanently in the state of identity with objects. From an identity with the parents proceeds the identification (q.v.) with them; similarly, the possibility of projection and introjection (q.v.) depends upon identity. Identity is primarily an unconscious equality with the object. It is neither an assumption of equality nor an identification, but an a priori equality which has never appeared as an object of consciousness. Upon identity is founded the naive presumption that the psychology of one man is the same as that of another, that the same motive is universally valid, that what is agreeable to me must also be obviously pleasurable for others, and that what is immoral to me must also be immoral for others, and so forth. This state of identity is responsible also for the almost universal desire to correct in others what most demands change in oneself. Upon identity rests the possibility of suggestion and psychic contamination. Identity appears with special distinctness in pathological cases, as for instance in paranoic delusions of 'influencing' and persecution, where the patient's own subjective contents are presumed, as a matter of course, to proceed from others. But identity means also the possibility of a conscious collectivism and a conscious social attitude, which found their loftiest expression in the Christian ideal of brotherly love.
Image
When I speak of image in this book, I do not mean the psychic reflection of the external object, but a concept essentially derived from a poetic figure of speech; namely, the phantasy-image, a presentation which is only indirectly related to the perception of the external object. This image depends much more upon unconscious phantasy-activity, and as the product of such activity it appears more or less abruptly in consciousness, somewhat in the nature of a vision or hallucination but without possessing the pathological character of similar products occurring in a morbid clinical picture. The image has the psychological character of a phantasy-presentation, and never the quasi-real character of hallucination, i.e. it never takes the place of reality, and its character of 'inner' image always distinguishes it from sensuous reality. As a rule, it lacks all projection into space, although in exceptional cases it can also appear to a certain extent externalized.
Such a mode of appearance must be termed archaic (q.v.) when it is not primarily pathological, though in no way does this do away with its archaic character. Upon the primitive level, i.e. in the mentality of the primitives, the inner image is easily projected into space as a visual or auditory hallucination without being a pathological phenomenon.
Although, as a rule, no reality-value belongs to the image, its significance for the psychic life is often thereby enhanced, i.e. a greater psychological value clings to it, representing an inner 'reality' which occasionally far outweighs the physical importance of 'external' reality. In such a case, the orientation of the individual is concerned less with adaptation to reality than with an adaptation to the inner claims.
The inner image is a complex factor, compounded of the most varied material from the most varied sources. It is no conglomerate, however, but an integral product, with its own autonomous purpose. The image is a concentrated expression of the total psychic situation, not merely, nor even preeminently, of unconscious contents pure and simple. It undoubtedly does express the contents of the unconscious, though not the whole of its contents in general, but merely those momentarily constellated. This constellation is the product of the specific activity of the unconscious on the one hand, and of the momentary conscious situation on the other: this always stimulates the activity of associated subliminal material at the same time as it also inhibits the irrelevant. Accordingly the image is equally an expression of the unconscious as of the conscious situation of the moment. The interpretation of its meaning, therefore, can proceed exclusively neither from the unconscious nor from the conscious, but only from their reciprocal relation.
I term the image primordial[53] when it possesses an archaic character. I speak of its archaic character when the image is in striking unison with familiar mythological motives. In this case it expresses material primarily derived from the collective unconscious (q.v.), while, at the same time, it indicates that the momentary conscious situation is influenced not so much from the side of the personal as from the collective.
A personal image has neither archaic character nor collective significance, but expresses contents of the personal unconscious and a personally conditioned, conscious situation.
The primordial image (elsewhere also termed the 'archetype' [54]) is always collective, i.e. it is at least common to entire nations or epochs. In all probability the most important mythological motives are common to all times and races; I have, in fact, demonstrated a whole series of motives from Grecian mythology in the dreams and phantasies of thoroughbred negroes suffering from mental disorders [55].
The primordial image is a mnemic deposit, an imprint ("engramm"—Semon), which has arisen through a condensation of innumerable, similar processes. It is primarily a precipitate or deposit, and therefore a typical basic form of a certain ever-recurring psychic experience. As a mythological motive, therefore, it is a constantly effective and continually recurring expression which is either awakened, or appropriately formulated, by certain psychic experiences. The primordial image, then, is the psychic expression of an anatomically and physiologically determined disposition. If one supports the view that a definite anatomical structure is the product of environmental conditions upon living matter, the primordial image in its constant and universal distribution corresponds with an equally universal and continuous external influence, which must, therefore, have the character of a natural law. In this way, the myth could be related to Nature (as, for instance, the solar myths to the daily rising and setting of the sun, or to the equally obvious seasonal changes). But we should still be left with the question as to why the sun, for instance, with its obvious changes, should not appear frank and unveiled as a content of the myth. The fact that the sun, or the moon, or meteorological processes do, at least, appear allegorized, points, however, to an independent collaboration of the psyche, which in this case can be no mere product or imitation of environmental conditions. Then whence this capacity of the psyche to gain a standpoint outside sense-perception?
Whence its capacity for achieving something beyond or different from the verdict of the senses? We are forced to assume, therefore, that the given brain-structure does not owe its particular nature merely to the effect of surrounding conditions, but also and just as much to the peculiar and autonomous quality of living matter, i.e. to a fundamental law of life. The given constitution of the organism, therefore, is on the one hand a product of outer conditions, while on the other it is inherently determined by the nature of living matter. Accordingly, the primordial image is just as undoubtedly related to certain manifest, ever-renewing and therefore constantly effective Nature-processes as it is to certain inner determinants of the mental life and to life in general. The organism confronts light with a new formation, the eye, and the psyche meets the process of Nature with a symbolical image, which apprehends the Nature-process just as the eye catches the light. And in the same way as the eye bears witness to the peculiar and independent creative activity of living matter, the primordial image expresses the unique and unconditioned creative power of the mind.
The primordial image, therefore, is a recapitulatory expression of the living process. It gives a co-ordinating meaning both to the sensuous and to the inner mental perceptions, which at first appear without either order or connection; thereby liberating psychic energy from its bondage to sheer uncomprehended perception. But it also links up the energies, released through the perception of stimuli, to a definite meaning, which serves to guide action along the path which corresponds with this meaning. It loosens unavailable, dammed-up energy, since it always refers the mind to Nature, transforming sheer natural instinct into mental forms.
The primordial image is the preliminary stage of the idea (q.v.) its maternal soil. By detaching from it that concretism which is peculiar and necessary to the primordial image, the reason develops the concept—i.e. the idea—which, moreover, is distinguished from every other concept by the fact that it is not only given by experience but is actually inferred as underlying all experience. The idea possesses this quality from the primordial image, which as the expression of a specific cerebral structure also imparts a definite form to every experience.
The degree of psychological efficacy belonging to the primordial image is determined by the attitude of the individual. When the general attitude is introverted as a result of the withdrawal of libido from the outer object, a reinforcement of the inner object or idea naturally takes place. This produces a very intensive development of ideas along the line unconsciously traced out by the primordial image. In this way the primordial image indirectly reaches the surface. The further course of intellectual development leads to the idea, which is merely the primordial image at the stage of intellectual formulation. Only the development of the counter-function can take the idea further, i.e. when once the idea is apprehended intellectually, it strives to become effective in life. Hence it attracts feeling, which, however, in such a case is much less differentiated, and therefore more concretistic, than thinking. Thus the feeling is impure, and because undifferentiated, is still fused with the unconscious. Hence the individual is unable to reconcile feeling so constituted with the idea. In such a case, the primordial image, appearing in symbolic form in the inner field of vision, embraces, by virtue of its concrete nature, the feeling existing in an undifferentiated, concrete state; but at the same time, by virtue of its intrinsic significance, it also embraces the idea, of which indeed it is the mother—thus reconciling idea with feeling. Hence the primordial image appears in the rôle of mediator, once again proving its redeeming efficacy, a power it has always possessed in the various religions. What Schopenhauer says of the idea, therefore, I would prefer to apply to the primordial image, since the idea—as I have elsewhere observed under 'Idea'—should not be regarded as something wholly and unconditionally a priori, but also as something derived and developed from antecedents. When, therefore, in the following excerpt I am quoting the words of Schopenhauer, I must ask the reader to replace the word 'idea' in the text by 'primordial image': he will then be able to understand my meaning:[56]
"The idea is never known by the individual as such, but only by the man who is exalted above all willing and above all individuality to the pure Subject of knowledge: thus it is attainable only by the genius, or by the man who has achieved mainly through the works of genius an elevation of his pure gift of cognition into a temper akin to genius: it is, therefore, not absolutely, but only conditionally, communicable, since the idea conceived and reproduced in an artistic creation, for instance, only appeals to every man according to his intellectual powers", etc.
"The idea is unity split up into multiplicity by virtue of the temporal and spatial form of our intuitive apprehension."
"The concept is like an inanimate vehicle, in which the things one deposits lie side by side, but from which no more can be taken out than was put in: the idea, on the contrary, develops within the man who has embraced it conceptions which in relation to its homonymous concept are new: it is like a living, self-developing organism endowed with creative force, bringing forth something that was never put into it."
Schopenhauer clearly discerned that the 'idea', i.e. the primordial image according to my definition, cannot be reached in the way that a concept or 'idea' is established ('idea' according to Kant corresponds with a "concept derived from notions" [57]), but that there pertains to it an element quite foreign to the formulating reason, rather like Schopenhauer's "temper akin to genius", which simply means a state of feeling. For one only reaches the primordial image from the idea because of the fact that the way leading to the idea is carried on over the summit of the idea into the counter-function, feeling.
The primordial image has advantage over the clarity of the idea in its vitality. It is a self-living organism, "endowed with creative force"; for the primordial image is an inherited organization of psychic energy, a rooted system, which is not only an expression of the energic process but also a possibility for its operation. In a sense, it characterizes the way in which the energic process from earliest time has always run its unvarying course, while at the same time enabling a perpetual repetition of the law-determined course to take place; since it provides just that character of apprehension or psychic grasp of situations which continually yields a further continuation of life. It is, therefore, the necessary counterpart of instinct, which is an appropriate form of action also presupposing a grasp of the momentary situation that is both purposeful and suitable. This apprehension of the given situation is vouchsafed by the a priori existing image. It represents the practicable formula without which the apprehension of a new state of affairs would be impossible.
Individual ('unique-being')
The psychological individual is characterized by its peculiar, and in certain respects, unique psychology. The peculiar character of the individual psyche appears less in its elements than in its complex formations.
The psychological individual, or individuality, has an a priori unconscious existence, but it exists consciously only in so far as a consciousness of its peculiar nature is present, i.e. in so far as there exists a conscious distinctiveness from other individuals.
The psychic individuality is also given a priori as a correlate of the physical individuality, although, as observed, it is at first unconscious. A conscious process of differentiation (q.v.) is required to bring the individuality to consciousness, i.e. to raise it out of the state of identity with the object. The identity of the individuality with the object is synonymous with its unconsciousness. There is no psychological individual present if the individuality is unconscious, but merely a collective psychology of consciousness. In such a case, the unconscious individuality appears identical with the object, i.e. projected upon the object. The object, in consequence, possesses too great a value and is too powerful a determinant.
Individuality
By individuality I understand the peculiarity and singularity of the individual in every psychological respect. Everything is individual that is not collective, everything in fact that pertains only to one and not to a larger group of individuals. Individuality can hardly be described as belonging to the psychological elements, but rather to their peculiar and unique grouping and combination (v. Individual.)
Individuation
The concept of individuation plays no small rôle in our psychology. In general, it is the process of forming and specializing the individual nature; in particular, it is the development of the psychological individual as a differentiated being from the general, collective psychology. Individuation, therefore, is a process of differentiation, having for its goal the development of the individual personality.
Individuation is, to this extent, a natural necessity, inasmuch as its hindrance, by an extensive or actually exclusive leveling to collective standards, involves a definite injury to individual vital activity. But individuality, both physically and physiologically, is already given; hence it also expresses itself psychologically. An essential check to the individuality, therefore, involves an artificial mutilation. It is at once clear that a social group consisting of deformed individuals cannot for long be a healthy and prosperous institution; since only that society which can preserve its internal union and its collective values, while at the same time granting the greatest possible freedom to the individual, has any prospect of enduring vitality. Since the individual is not only a single, separate being but, by his very existence, also presupposes a collective relationship, the process of individuation must clearly lead to a more intensive and universal collective solidarity, and not to mere isolation.
The psychological process of individuation is clearly bound up with the so-called transcendent junction (q.v.), since it alone can provide that individual line of development which would be quite unattainable upon the ways dictated by the collective norm (v. Symbol).
Under no circumstances can individuation be the unique goal of psychological education. Before individuation can be taken for a goal, the educational aim of adaptation to the necessary minimum of collective standards must first be attained. A plant which is to be brought to the fullest possible unfolding of its particular character must first of all be able to grow in the soil wherein it is planted.
Individuation always finds itself more or less in opposition to the collective norm, since it means a separation and differentiation from the general, and a building up of the particular; not, however, a particularity especially sought, but one with an a priori foundation in the psyche. The opposition to the collective norm, however, is only apparent, since on closer examination the individual standpoint is found to be differently orientated, but not antagonistic to the collective norm. The individual way can never be actually opposed to the collective norm, because the opposite to the latter could only be a contrary norm. But the individual way is never a norm. A norm arises out of the totality of individual ways, and can have a right to existence, and a beneficial effect, only when individual ways, which from time to time have a need to orientate to a norm, are already in existence. A norm serves no purpose when it possesses absolute validity. An actual conflict with the collective norm takes place only when an individual way is raised to a norm, which, moreover, is the fundamental aim of extreme individualism. Such a purpose is, of course, pathological and entirely opposed to life. It has, accordingly, nothing to do with individuation, which, though certainly concerned with the individual by-path, precisely on that account also needs the norm for its orientation towards society, and for the vitally necessary solidarity of the individual with society. Hence individuation leads to a natural appreciation of the collective norm, whereas to an exclusively collective orientation of life the norm becomes increasingly superfluous: whereupon real morality goes to pieces. The more completely a man's life is moulded and shaped by the collective norm, the greater is his individual immorality.
Individuation is practically the same as the development of consciousness out of the original state of identity (v. Identity). Hence it signifies an extension of the sphere of consciousness, an enriching of the conscious psychological life.
Inferior Function
This term is used to denote the function that remains in arrear in the process of differentiation. For experience shows that it is hardly possible—owing to the inclemency of general conditions—for anyone to bring all his psychological functions to simultaneous development. The very conditions of society enforce a man to apply himself first and foremost to the differentiation of that function with which he is either most gifted by Nature, or which provides his most effective means for social success. Very frequently, indeed as a general rule, a man identifies himself more or less completely with the most favoured, hence the most developed, function. It is this circumstance which gives rise to psychological types. But, as a consequence of such a one-sided process of development, one or more functions necessarily remain backward in development. Such functions, therefore, may be fittingly termed 'inferior' in the psychological, though not in the psycho-pathological, sense, since these retarded functions are in no way morbid but merely backward as compared with the more favoured function. As a rule, therefore, the inferior function normally remains conscious, although in neurosis it lapses either partially or principally into the unconscious. For, inasmuch as too great a share of the libido is intercepted by the favoured function, the inferior function undergoes a regressive development, i.e. it returns to its earlier archaic state, therewith becoming incompatible with the conscious and favoured function. When a function that should normally be conscious relapses into the unconscious, the specific energy adhering to this function is also delivered over to the unconscious. A natural function, such as feeling, possesses its own inherent energy: it is a definitely organized living system, which, under no circumstances, can be wholly robbed of its energy.
Through the unconscious condition of the inferior function, its energy-remainder is transferred into the unconscious; whereupon the unconscious becomes unnaturally activated. The result of such activity is a production of phantasy at a level corresponding with the archaic, submerged condition, to which the inferior function has now sunk. Hence an analytical release of such a function from the unconscious can take place only by retrieving those same unconscious phantasy-images which have come to life through the activation of the unconscious function. The process of making such phantasies conscious also brings the inferior function to consciousness, thus providing it with a new possibility of development.
Instinct
When I speak of instinct, whether in this work or elsewhere, I therewith denote what is commonly understood by this word: namely, an impulsion towards certain activities. The impulsion can proceed from an outer or an inner stimulus, which releases the instinctive mechanism either psychically, or through organic roots which lie outside the sphere of psychic causality. Every psychic phenomenon is instinctive which proceeds from no cause postulated by the will, but from dynamic impulsion, irrespective of whether such impulsion has its origin directly in organic, therefore extra-psychic, sources, or is essentially conditioned by the energies whose actual release is effected by the purpose of the will—with the qualification, in the latter case, that the resulting product exceeds the effect intended by the will. According to my 'view, all those psychic processes over whose energies the conscious has no disposal come within the concept of instinct [58]. Thus, according to this view, affects (q.v.) belong to the instinctive processes just as much as to the processes of feeling (v. Feeling). Psychic processes which, under ordinary circumstances, are functions of the will (thus entirely subject to conscious control), can, in abnormal cases, become instinctive processes through a linking up with unconscious energy. This phenomenon always occurs whenever the conscious sphere is restricted either by repressions of incompatible contents or where, as a result of fatigue, intoxication, or pathological cerebral processes in general, an "abaissement du niveau mentale" (Janet) takes place—where, in a word, the conscious either does not yet control or no longer commands the most strongly toned processes.
Those processes, which were once conscious in an individual but which have gradually become automatized, I might term automatic instead of instinctive processes. Normally, they do not even behave as instincts, since under normal circumstances they never appear as impulsions. They do that only when they receive a tributary of energy which is foreign to them.
Intellect
I call directed thinking (q.v.), intellect.
Introjection
This term was introduced by Avenarius [59] to correspond with projection. The transveying therewith intended, of a subjective content into an object is, however, just as well expressed by the concept of projection. It would, therefore, be as well to retain the term 'projection' for this process. Ferenczi has now defined the concept of introjection as the opposite of 'projection', namely, as an 'indrawing' of the object within the subjective circle of interest, while 'projection' means a translation of subjective contents into the object [60]. "Whereas the paranoic expels from his ego emotions which. have become disagreeable, the neurotic helps himself to as large a portion of the outer world as his ego can ingest, and makes this an object of unconscious phantasies." The former mechanism is projection, the latter introjection. Introjection is a sort of "diluting process", an "expansion of the circle of interest". According to Ferenczi, introjection is also a normal process. Psychologically, therefore, it is a process of assimilation (q.v.), while projection is a process of dissimilation. Introjection signifies an adjustment of the object to the subject, while projection involves a discrimination of the object from the subject, by means of a subjective content transveyed into the object.
Introversion
Means a turning inwards of the libido (q.v.), whereby a negative relation of subject to object is expressed. Interest does not move towards the object, but recedes towards the subject. Everyone whose attitude is introverted thinks, feels, and acts in a way that clearly demonstrates that the subject is the chief factor of motivation while the object at most receives only a secondary value. Introversion may possess either a more intellectual or more emotional character, just as it can be characterized by either intuition or sensation. Introversion is active, when the subject wills a certain seclusion in face of the object; it is passive when the subject is unable to restore again to the object the libido which is streaming back from it. When introversion is habitual, one speaks of an introverted type (v. Type).
Introjection is an extraverting process, since for this adjustment to the object a 'feeling-into', or possession of, the object is necessary. A passive and an active introjection may be discriminated: to the former belong the transference-processes in the treatment of the neuroses and, in general, all cases in which the object exercises an unconditional attraction upon the subject; while' feeling-into', regarded as a process of adaptation, should belong to the latter form.
Intuition
(From intueri = to look into or upon) is, according to my view, a basic psychological function (v. Function). It is that psychological function which transmits perceptions in an unconscious way. Everything, whether outer or inner objects or their associations, Can be the object of this perception. Intuition has this peculiar quality: it is neither sensation, nor feeling, nor intellectual conclusion, although it may appear in any of these forms. Through intuition anyone content is presented as a complete whole, without our being able to explain or discover in what way this content has been arrived at Intuition is a kind of instinctive apprehension, irrespective of the nature of its contents. Like sensation (q.v.) it is an irrational (q.v.) perceptive function. Its contents, like those of sensation, have the character of being given, in contrast to the 'derived' or 'deduced' character of feeling and thinking contents. Intuitive cognition, therefore, possesses an intrinsic character of certainty and conviction which enabled Spinoza to uphold the 'scientia intuitiva' as the highest form of cognition.[61] Intuition has this quality in common with sensation, whose physical foundation is the ground and origin of its certitude. In the same way, the certainty of intuition depends upon a definite psychic matter of fact, of whose origin and state of readiness, however, the subject was quite unconscious.
Intuition appears either in a subjective or an objective form: the former is a perception of unconscious psychic facts whose origin is essentially subjective; the latter is a perception of facts which depend upon subliminal perceptions of the object and upon the thoughts and feelings occasioned thereby.
Concrete and abstract forms of intuition may be distinguished according to the degree of participation on the part of sensation. Concrete intuition carries perceptions which are concerned with the actuality of things, while abstract intuition transmits the perceptions of ideational associations. Concrete intuition is a reactive process, since it follows directly from the given circumstances; whereas abstract intuition, like abstract sensation, necessitates a certain element of direction, an act of will or a purpose.
In common with sensation, intuition is a characteristic of infantile and primitive psychology. As against the strength and sudden appearance of sense-impression it transmits the perception of mythological images, the precursors of ideas (q.v.).
Intuition maintains a compensatory function to sensation, and, like sensation, it is the maternal soil from which thinking and feeling are developed in the form of rational functions. Intuition is an irrational function, notwithstanding the fact that many intuitions may subsequently be split up into their component elements, whereby their origin and appearance can also be made to harmonize with the laws of reason. Everyone whose general attitude is orientated by the principle of intuition, i.e. perception by way of the unconscious, belongs to the intuitive type [62] (v. Type).
According to the manner in which intuition is employed, whether directed within in the service of cognition and inner perception or without in the service of action and accomplishment, the introverted and extraverted intuitive types can be differentiated.
In abnormal cases a well-marked coalescence with, and an equally great determination by, the contents of the collective unconscious declares itself: this may give the intuitive type an extremely irrational and unintelligible appearance.
Irrational
As I make use of this term it does not denote something contrary to reason, but something outside the province of reason, whose essence, therefore, is not established by reason.
Elementary facts belong to this category, e.g. that the earth has a moon, that chlorine is an element, that the greatest density of water is found to be 4.0 centigrade. An accident is also irrational in spite of the fact that it may sustain a subsequent rational explanation.
The irrational is a factor of existence which may certainly be pushed back indefinitely by an increasingly elaborate and complicated rational explanation, but in so doing the explanation finally becomes so extravagant and overdone that it passes comprehension, thus reaching the limits of rational thought long before it can ever span the whole world with the laws of reason. A completely rational explanation of an actually existing object (not one that is merely postulated) is a Utopian ideal. Only an object that has been postulated can also be completely explained on rational grounds, since it has never contained anything beyond what was postulated by rational thinking. Empirical science also postulates rationally limited objects, since its deliberate exclusion of the accidental allows no consideration of the real object as a whole; hence empirical observation is always limited to that same portion of the object which has been selected for rational consideration. Thus, both thinking and feeling as directed functions are rational. When these functions are concerned not with a rationally determined choice of objects, or with the qualities and relations of objects, but with the incidental perceptions which the real object never lacks, they at once lose the quality of direction, and therewith something of their rational character, because they accept the accidental. They begin to be irrational. That thinking or feeling which is directed according to accidental perceptions, and is therefore irrational, is either intuitive or sensational. Both intuition and sensation are psychological functions which achieve their functional fulfillment in the absolute perception of occurrences in general. Hence, in accordance with their nature, their attitude must be set towards every possibility and what is absolutely accidental; they must, therefore, entirely forgo rational direction. Accordingly I term them irrational functions, in contrast to thinking and feeling, which reach perfection only when in complete accord with the laws of reason.
Although the irrational, as such, can never become the object of a science, nevertheless for a practical psychology it is of the greatest importance that the irrational factor should be correctly appraised. For practical psychology stirs up many problems that altogether elude the rational solution and can be settled only irrationally, i.e. they can be solved only in a way that has no correspondence with the laws of reason. An exclusive presumption or expectation that for every conflict there must also exist a possibility of rational adjustment may well prove an insurmountable obstacle to a real solution of an irrational character. (v. Rational).
Libido
In my view, this concept is synonymous with psychic energy [63]. Psychic energy is the intensity of the psychic process—its psychological value. By this I do not mean to imply any imparted value, whether moral, æsthetic, or intellectual; the psychological value is simply conditioned by its determining power, which is manifested in definite psychic operations ('effects'). Neither do I understand libido as a psychic force, a misunderstanding that has led many critics astray. I do not hypostasize the concept of energy, but employ it as a concept denoting intensity or value. The question as to whether or no a specific psychic force exists has nothing to do with the concept of libido.
Frequently I employ the expression libido promiscuously with 'energy'. My justification for calling psychic energy libido has been fully gone into in the works referred to in the footnote.
The Objective Plane
When I speak of interpretation upon the objective plane, I am referring to that view of a dream or phantasy by which the persons or conditions appearing therein are referred to objectively real persons or conditions; whereas I speak of the subjective plane (q.v.) when the persons and conditions appearing in a dream are. referred exclusively to subjective elements. The Freudian view of the dream moves almost exclusively upon the objective level, inasmuch as dream-wishes are interpreted as referring to real objects, or are related to sexual processes which fall within the physiological, and therefore extra-psychological, sphere.
Orientation
This term is used to denote the general principle of an attitude (q.v.). Every attitude is orientated by a certain point-of-view, no matter whether that point-of-view be conscious or unconscious. A so-called power-attitude is orientated by the view-point of ego-power exerted against oppressive influences and conditions. A thinking attitude is orientated by the principle of logic as its supreme law; a sensational attitude by the sensuous perception of given facts.
"Participation Mystique"
This term originates with Lévy-Bruhl [64]. It connotes a peculiar kind of psychological connection with the object wherein the subject is unable to differentiate himself clearly from the object to which he is bound by an immediate relation that can only be described as partial identity. This identity is based upon an a priori one-ness of subject and object " Participation mystique ", therefore, is a vestigial remainder of this primordial condition. It does not apply to the whole subject-object relation, but only to certain cases in which the phenomenon of this peculiar relatedness appears. It is, of course, a phenomenon that is best observed among the primitives; but it occurs not at all infrequently among civilized men, although not with the same range or intensity. Among civilized peoples it usually happens between persons—and only seldom between a person and thing. In the former case it is a so-called state of transference, in which the object (as a general rule) obtains a sort of magical, i.e. unconditional, influence over the subject. In the latter case it is a question of a similar influence on the part of a thing, or else a kind of identification with a thing or the idea of a thing.
Phantasy
By phantasy I understand two different things, namely, (1) phantasm and (2) Imaginative activity. In my writings the context always shows which of these meanings is intended. When the term is used to denote phantasm, it represents a complex that is distinguished from other complexes by the fact that it corresponds with no actual external state of affairs. Although a phantasm may originally be based upon the memory-images of actual experiences, its content corresponds with no external reality; it is merely the output of the creative psychic activity, a manifestation or product of the combination of psychic elements. In so far as psychic energy can be submitted to voluntary direction, phantasy may also be consciously and deliberately produced, as a whole or at least in part. In the former case, it is merely a combination of conscious elements. But such a case is only an artificial experiment of purely theoretical importance. In actual everyday psychological experience, phantasy is either released by an expectant, intuitive attitude, or appears as an involuntary irruption of unconscious contents into consciousness.
We must differentiate between active and passive phantasy. Active phantasies are called forth by intuition, i.e. by an attitude directed to the perception of unconscious contents in which the libido immediately invests all the elements emerging from the unconscious, and, by means of association with parallel material, brings them to definition and plastic form. Passive phantasies without any antecedent or accompanying intuitive attitude appear from the outset in plastic form in the presence of a wholly passive attitude on the part of the cognizing subject Such phantasies belong to the category of psychic "automatismes" (Janet). Naturally these latter can occur only as the result of a relative dissociation of the psyche, since their occurrence presupposes the withdrawal of an essential sum of energy from conscious control with a corresponding activation of unconscious material. Thus the vision of Saul presupposes an unconscious acceptance of Christianity, though the fact had escaped his conscious insight.
It is probable that passive phantasy always springs from an unconscious process antithetically related to consciousness, but one which assembles approximately the same amount of energy as the conscious attitude, whence also its capacity for breaking through the latter's resistance.
Active phantasy, on the contrary, owes its existence not merely to a one-sided, intensive, and antithetic unconscious process, but just as much to the propensity of the conscious attitude for taking up the indications or fragments of relatively lightly-toned unconscious associations, and developing them into complete plasticity by association with parallel elements. In the case of active phantasy, then, it is not necessarily a question of a dissociated psychic state, but rather of a positive participation of consciousness.
Whereas the passive form of phantasy not infrequently bears the stamp of morbidity or at least some trace of abnormality, active phantasy belongs to the highest form of psychic activity. For here, in a converging stream, flow the conscious and unconscious personality of the subject into a common and reconciling product. A phantasy thus framed may be the supreme expression of the unity of an individual; it may even create the individual by the consummate expression of its unity. (Cf. Schiller's concept of the "æsthetic disposition"). As a general rule, passive phantasy is never the expression of an individuality that has achieved unity, since, as already observed, it presupposes a considerable degree of dissociation, which in its turn can result only from an equally strong opposition between the conscious and the unconscious. Hence the phantasy that breaks through into consciousness as the result of such a state, can never be the perfected expression of a united individuality, but only the prevailing standpoint of the unconscious personality. The life of St Paul is a good example of this: his conversion to the Christian faith corresponded with an acceptance of the hitherto unconscious standpoint and a repression of his previous anti-Christian point of view which latter soon became noticeable in his hysterical fits. Hence, passive phantasy must always require a conscious criticism, if it is not to substantiate the one-sided standpoint of the unconscious antithesis. Whereas active phantasy, as the product, on the one hand of a conscious attitude which is not opposed to the unconscious, and, on the other, of unconscious processes which do not maintain an antithetic so much as a compensatory relation to consciousness, does not require this criticism, but merely understanding.
As with the dream (which is merely passive phantasy) a manifest and a latent meaning must be distinguished also in phantasy. The former results from the immediate perception of the phantasy-image, and the immediate statement of the complex represented by the phantasy. Frequently, however, the manifest meaning hardly deserves the name, although it is always far more developed in phantasy than in the dream; probably this arises from the fact that the dream-phantasy usually requires no particular energy wherewith to make an effective opposition to the feeble resistance of the sleeping consciousness; whence it also follows that few antagonistic and only rather slight compensatory tendencies can obtain representation. Waking phantasy, on the other hand, must command a considerable sum of energy in order to overcome the inhibition proceeding from the conscious attitude.
Hence, for this to take place, the unconscious antithesis must already be very important before its entrance into consciousness can become possible. If it consisted only in vague and hardly seizable indications, it would never be able so to divert conscious attention (conscious libido) upon itself as effectually to interrupt the associated continuity of consciousness. Hence the unconscious content is dependent upon a very strong inner connection, which reveals itself in a manifest meaning. The manifest meaning always has the character of a plastic and concrete process, which, on account of its objective unreality, can never satisfy the conscious demand for understanding. Hence another signification, in other words, an interpretation, or latent meaning, has to be sought Although the existence of a latent meaning of phantasy is by no means certain, and although nothing stands in the way of an eventual challenge of the whole possibility of a latent meaning, yet the demand for a satisfying understanding is motive enough for a thorough-going investigation. This' investigation of the latent meaning may be purely causal inquiring into the psychological causes of the existence of the phantasy. Such an interrogation leads, on the one hand, to the more remote causes of the phantasy in the distant past, and on the other, to the substantiation of the instinctive forces which, from the energic standpoint, must be made accountable for the existence of the phantasy. As is well known, Freud has made a specially intensive elaboration of this method. I t is this method of interpretation to which I have applied the term reductive. The justification of a reductive view is immediately visible; it is also thoroughly intelligible that this method of interpreting psychological realities contains something which for a certain temperament is sufficiently satisfying to obviate any further claims for deeper understanding. If a man has uttered a cry for help, such a fact is adequately and satisfactorily explained when it is shown that the man in question was in instant danger of life. If a man dreams of a lavishly-spread table, and it is shown that he went to bed hungry, a satisfactory explanation of his dream is provided. Or supposing a man who has repressed his sexuality, in the manner of a medieval saint, has sexual phantasies, this fact is sufficiently explained by a reduction to his repressed sexuality.
If, however, we were to explain the vision of St Peter by dwelling upon the fact that he, "being an-hungered", had received an invitation from the unconscious to eat animals that were "unclean", or that the eating of the unclean beasts merely signified the fulfillment of a forbidden desire—with such an explanation we would still go empty away. Neither would our demand find any fuller satisfaction if, for instance, we were to trace the vision of Saul to his repressed envy of the rôle played by Christ among his fellow-countrymen which brought about his identification with Christ. Both explanations may contain some glimmering of truth, yet they stand in no sort of relation to the real psychology of the two apostles, conditioned as this was by the history and atmosphere of that time.
Such an explanation is both too simple arid too cheap. We cannot discuss the history of the world as though it were a problem of physiology or a mere personal 'chronique scandaleuse'. That would be altogether too limited a standpoint. Hence we are compelled very considerably to extend our conception of the latent meaning of phantasy. First of all in its causal aspect, for the psychology of the individual can never be exhaustively explained from himself: a clear recognition is also needed of the way in which his individual psychology is conditioned by contemporary history and circumstances. It is not merely a physiological, biological, or personal problem, but also a question of contemporary history. In fine, no psychological fact can ever be exhaustively explained from its causality alone, since, as a living phenomenon, it is always indissolubly bound up with the continuity of the vital process, so that on the one side it is always something that is, and on the other it is also becoming, and therefore always creative. The psychological moment is Janus-faced—it looks both backwards and forwards. Because it is becoming, it also prepares for the future event. Were this not so, intentions, aims, the setting-up of goals, the forecasting or divining of the future would be psychological impossibilities. If, when a man expresses an opinion, we merely relate this circumstance to the fact that at some previous time someone else has also expressed a view, such an explanation is, practically, quite inadequate; for its real understanding, not merely do we wish to know the cause of his action but also what he intends by it, what are his aims and purposes, what does he hope to achieve by it. And usually, when we also know that, we are willing to rest satisfied. In everyday life, we immediately and quite instinctively insert a purposive standpoint into the explanation; indeed, very often we appraise the purposive point-of-view as the decisive one, completely overlooking the strictly causal motive; clearly, in instinctive recognition of the essentially creative factor of the psyche. If we so act in everyday experience, a scientific psychology must also take this circumstance into account, and not rely exclusively upon the strictly causal standpoint originally taken over from natural science; for it also has to consider the purposive nature of the psychic product.
When we find everyday experience establishing the purposive orientation of the conscious content beyond any sort of doubt, we have absolutely no grounds to assume, in the absence of experience to the contrary, that this may not also be the case with the content of the unconscious. My experience gives me no reason at all to dispute the purposive orientation of unconscious contents; on the contrary, the cases in which a satisfactory interpretation could alone be attained through the introduction of the purposive standpoint are in the majority. Suppose, for example, we were again to consider the vision of Saul, but this time from the angle of the Pauline world mission, and were now to reach the conclusion that Saul, though a conscious persecutor of Christians, had unconsciously adopted the Christian standpoint, that he was finally brought to avow it by the increasing predominance and final irruption of the unconscious standpoint, and that his unconscious personality was constantly striving towards this goal in an instinctive apprehension of the necessity and importance of such an act. To me this seems a more adequate explanation of the real significance of the event than a reductive interpretation to personal motives, albeit these latter doubtless cooperated in one form or another, since the 'all-too-human' is never lacking. Similarly, the indication given in the Acts of the Apostles of a purposive interpretation of the vision of St Peter is far more satisfying than a merely physiological and personal conjecture.
To sum up, we may say that phantasy needs to be understood both causally as well as purposively. With the causal explanation it appears as a symptom of a physiological or personal condition, the resultant of previous occurrences; whereas, in the purposive interpretation, phantasy appears as a symbol, which seeks with the help of existing material a clear and definite goal; it strives, as it were, to distinguish or lay hold of a certain line for the future psychological development. Active phantasy being the principal attribute of the artistic mentality, the artist is not merely a representer: he is also a creator, hence essentially an educator, since his works have the value of symbols that trace out the line of future development.
Whether the actual social validity of the symbol is more general or more restricted depends upon the quality or vital capacity of the creative individuality. The more abnormal the individual, i.e. the less his general fitness for life, the more limited will be the common social value of the symbols he produces, although their value may be absolute for the individuality in question. One has no right to dispute the existence of the latent meaning of phantasy, unless we also cling to the view that the general Nature-process contains no satisfying meaning. But natural science has developed the meaning of the Nature-process into the form of natural laws. These, admittedly, are human hypotheses advanced in explanation of the Nature-process. But, only in so far as we have ascertained that the proposed law actually coincides with the objective process, are we justified in speaking of a meaning of the natural occurrence. Just so far, therefore, as we have succeeded in demonstrating a law-abiding principle in phantasy, are we also justified in speaking of a meaning of the same. But the disclosed meaning is satisfying, or in other words the demonstrated regularity deserves the name, only when it adequately renders the nature of phantasy.
There is a law-abiding regularity in the Nature-process, and also a regularity of the Nature-process. It is certainly law-determined and regular that one dreams when one sleeps; but there is no sort of law-determined principle that affirms anything about the nature of the dream. Its nature is a mere condition of the dream. The demonstration of a physiological source of the phantasy is a mere condition of its existence, not a law of its nature. The law of phantasy as a psychological phenomenon can only be a psychological law.
We now come to the second point of our explanation of the concept of phantasy, viz. imaginative activity.
Imagination is the reproductive, or creative, activity of the mind generally, though not a special faculty, since it may come into play in all the basic forms of psychic activity, whether thinking, feeling, sensation, or intuition. Phantasy as imaginative activity is, in my view, simply the direct expression of psychic vital activity: it is energy merely appearing in consciousness in the form of images or contents, just as physical energy also reveals itself as a definite physical state wherein sense organs are stimulated in physical ways. For as every physical state-from the energic standpoint—is merely a dynamic system, so, too, a psychic content—regarded energically—is merely a dynamic system appearing in consciousness. Hence from this standpoint one may affirm that phantasy in the form of phantasm is merely a definite sum of libido which cannot appear in consciousness in any other way than in the form of an image. Phantasm is an 'idée-force'. Phantasy as imaginative activity is identical with the course of the energic psychic process.
Power-complex
I occasionally use this term as denoting the total complex of all those ideas and strivings whose tendency it is to range the ego above other influences, thus subordinating all such influences to the ego, quite irrespective of whether they have their source in men and objective conditions, or spring from one's own subjective impulses, feelings, and thoughts.
Projection
Signifies the transveying of a subjective process into an object. It is the opposite of introjection (q.v.). Accordingly, projection is a process of dissimilation wherein a subjective content is estranged from the subject and, in a sense, incorporated in the object. There are painful, incompatible contents of which the subject unburdens himself by projection, just as there are also positive values which for some reason are uncongenial to the subject; as, for instance, the consequences of self-deprecation. Projection is based upon the archaic identity (q.v.) of subject and object, but the term is used only when the necessity has already arisen for resolving the identity with the object. This necessity arises when the identity is disturbing, i.e. when, through the absence of the projected content, the process of adaptation is materially prejudiced, so that the restoration of the projected content becomes desirable to the subject. From this moment the hitherto partial identity maintains the character of projection. This expression, therefore, denotes a state of identity which has become noticeable, and, therefore, the object of criticism, whether it be the self-criticism of the subject or the objective criticism of another.
We may discriminate between passive and active projection. The former is the customary form of every pathological and many normal projections; it springs from no purpose and is a purely automatic occurrence. The latter form is an essential constituent of the act of feeling-into. Feeling-into (q.v.), as a whole, is a process of introjection, since it serves to bring the object into an intimate relation with the subject. In order to establish this relation, the subject detaches a content (a feeling, for instance) from himself; he then transveys it into, therewith animating, the object, which he thus relates to the subjective sphere.
The active form of projection, however, is also an act of judgment which aims at a separation of subject and object. In this case a subjective judgment is detached from the subject as a valid statement of the case, and is transveyed into the object; by so doing the subject distinguishes himself from the object. Accordingly, projection is a process of introversion, since, in contrast to introjection, it leads not to a linking-up and assimilation but to a differentiation and separation of subject from object. Hence it plays a leading part in paranoia, which usually ends in a total isolation of the subject.
Rational
The rational is the reasonable, that which accords with reason. I conceive reason as an attitude whose principle is to shape thought, feeling, and action in accordance with objective values. Objective values are established by the average experience of external facts on the one hand, and of inner psychological facts on the other. Such experiences, however, could represent no objective 'value', if 'valued' as such by the subject; for this would already amount to an act of reason. But the reasoning attitude, which permits us to declare as valid objective values in general, is not the work of the individual subject, but the product of human history.
Most objective values—and reason itself among them—are firmly established complexes handed down to us through the ages, to the organization of which countless generations have labored with the same necessity with which the nature of the living organism, in general, reacts to the average and constantly recurring conditions of the environment, confronting them with corresponding function-complexes—as, for instance, the eye, which so perfectly corresponds with the nature of light. We might, therefore, speak of a pre-existing, metaphysical world-reason, if, as Schopenhauer has already pointed out, the reaction of the living organism that corresponds with average external influence were not the indispensable condition of its existence. Human reason, therefore, is merely the expression of human adaptability to the average occurrence which has gradually become deposited in solidly organized complexes, constituting our objective values. Thus the laws of reason are those laws which rule and designate the average 'correct' or adapted attitude. Everything is rational which harmonizes with these laws, and everything irrational (q.v.) which contravenes them.
Thinking and feeling are rational functions in so far as they are decisively influenced by the motive of reflection. They attain their fullest significance when in fullest possible accord with the laws of reason. The irrational functions, on the contrary, are such as aim at pure perception, e.g. intuition and sensation; because, as far as possible, they are forced to dispense with the rational (which presupposes the exclusion of everything that is outside reason) in order to be able to reach the most complete perception of the whole course of events.
Reductive
('leading back'): I employ this expression to denote that method of psychological interpretation which regards the unconscious product not from the symbolic point of view, but merely as a semiotic expression, a sort of sign or symptom of an underlying process. Accordingly, the reductive method treats the unconscious product in the sense of a leading-back to the elements and basic processes, irrespective of whether such products are reminiscences of actual events, or whether they arise from elementary processes affecting the psyche. Hence, the reductive method is orientated backwards (in contrast to the constructive method; q.v.), whether in the historical sense or in the merely figurative sense of a tracing back of complex and differentiated factors to the general and elementary. The methods both of Freud and of Adler are reductive, since in both cases there is a reduction to elementary processes either of wishing or striving, which in the last resort are infantile or primitive. Hence the unconscious product necessarily acquires the value of a merely figurative or unreal expression, for which the term 'symbol' (q.v.) is really not applicable.
The effect of reduction as regards the real significance of the unconscious product is disintegrating, since it is either traced back to its historical antecedents, and so robbed of its intrinsic significance, or it is once again reintegrated into the same elementary process from which it arose.
Self:—v. Ego
Sensation
According to my conception, this is one of the basic psychological functions (v. Function). Wundt also reckons sensation among the elementary psychic phenomena [65].
Sensation, or sensing, is that psychological function which transmits a physical stimulus to perception. It is, therefore, identical with perception. Sensation must be strictly distinguished from feeling, since the latter is an entirely different process, although it may, for instance, be associated with sensation as 'feeling-tone'. Sensation is related not only to the outer stimuli, but also to the inner, i.e. to changes in the internal organs.
Primarily, therefore, sensation is sense-perception, i.e. perception transmitted via the sense organs and 'bodily senses' (kinæsthetic, vaso-motor sensation, etc.). On the one hand, it is an element of presentation, since it transmits to the presenting function the perceived image of the outer object; on the other hand, it is an element of feeling, because through the perception of bodily changes it lends the character of affect to feeling, (v. Affect). Because sensation transmits physical changes to consciousness, it also represents the physiological impulse. But it is not identical with it, since it is merely a perceptive function.
A distinction must be made between sensuous, or concrete, and abstract sensation. The former includes the forms above alluded to, whereas the latter designates an abstracted kind of sensation, i.e. a sensation that is separated from other psychological elements. For concrete sensation never appears as 'pure' sensation, but is always mixed up with presentations, feelings, and thoughts. Abstract sensation, on the contrary, represents a differentiated kind of perception which might be termed 'æsthetic' in so far as it follows its own principle and is as equally detached from every admixture of the differences of the perceived object as from the subjective admixture of feeling and thought, thus raising itself to a degree of purity which is never attained by concrete sensation. The concrete sensation of a flower, for instance, transmits not only the perception of the flower itself, but also an image of the stem, leaves, habitat, etc. It is also directly mingled with the feelings of pleasure or dislike which the sight of it provokes, or with the scent-perceptions simultaneously excited, or with thoughts concerning its botanical classification.
Abstract sensation, on the other hand, immediately picks out the most salient sensuous attribute of the flower, as for instance its brilliant redness, and makes it the sole or at least the principal content of consciousness, entirely detached from all the other admixtures alluded to above. Abstract sensation is mainly suited to the artist. Like every abstraction, it is a product of the differentiation of function: hence there is nothing primordial about it. The primordial form of the function is always concrete, i.e. blended (v. Archaism, and Concretism). Concrete sensation as such is a reactive phenomenon, while abstract sensation, like every abstraction, is always linked up with the will, i.e. the element of direction. The will that is directed towards the abstraction of sensation is both the expression and the activity of the æsthetic sensational attitude.
Sensation is a prominent characteristic both in the child and the primitive, in so far as it always predominates over thinking and feeling, though not necessarily over intuition. For I regard sensation as conscious, and intuition as unconscious, perception. For me, sensation and intuition represent a pair of opposites, or two mutually compensating functions, like thinking and feeling. Thinking and feeling as independent functions are developed, both ontogenetically and phylogenetically, from sensation (and equally, of course, from intuition as the necessary counterpart of sensation).
In so far as sensation is an elementary phenomenon, it is something absolutely given, something that, in contrast to thinking and feeling, is not subject to the laws of reason. I therefore term it an irrational (q.v.) function, although reason contrives to assimilate a great number of sensations into rational associations.
A man whose whole attitude is orientated by the principle of sensation belongs to the sensation type (v. Types).
Normal sensations are proportionate, i.e. their value approximately corresponds with the intensity of the physical stimulus. Pathological sensations are disproportionate, i.e. either abnormally weak or abnormally strong: in the former case they are inhibited, in the latter exaggerated. The inhibition is the result of the predominance of another function; the exaggeration proceeds from an abnormal amalgamation with another function, e.g. a blending with a still undifferentiated feeling or thinking function. In such a case, the exaggeration of sensation ceases as soon as the function with which sensation is fused is differentiated in its own right.
The psychology of the neuroses yields extremely illuminating examples of this, where, for instance, a strong sexualization (Freud) of other functions very often prevails, i.e. a blending of sexual sensation with other functions.
Soul
(anima): I have found sufficient cause, in my investigations into the structure of the unconscious, to make a conceptual distinction between the soul and the psyche. By the psyche I understand the totality of all the psychic processes, both conscious as well as unconscious; whereas by soul, I understand a definitely demarcated function-complex that is best characterized as a 'personality'. In order to describe more exactly what I mean by this, I must introduce still remoter points of view—such, in particular, as the phenomena of somnambulism, of character-duplication, of dissociation of personality, the investigation of which is primarily due to French research, and which has enabled us to recognize the possibility of a plurality of personalities in one and the same individual [66].
It is at once evident that such a plurality of personalities can never appear in a normal individual; but the possibility of a dissociation of personality which these cases represent must also exist, at least potentially, within the range of normality. And, as a matter of fact, a moderately acute psychological observation can succeed without much difficulty in proving at least the traces of character-splitting in the normal individual. For example, we have only to observe a man rather closely under varying circumstances, to discover that a transition from one milieu to another brings about a striking alteration in his personality, whereby a sharply-outlined and distinctly changed character emerges. The proverbial expression 'angel abroad, and devil at home' is a formulation of the phenomenon of character-splitting derived from everyday experience. A definite milieu demands a definite attitude. Corresponding with the duration or frequency with which such a milieu-attitude is demanded, the more or less habitual it becomes. Great numbers of men of the educated classes are obliged to move in two, for the most part totally different, milieux—viz. in the family and domestic circle and in the world of affairs. These two totally different environments demand two totally different attitudes, which, in proportion to the degree of identification (q.v.) of the ego with the momentary attitude, produce a duplication of character. In accordance with social conditions and necessities, the social character is orientated, on the one hand by the expectations or obligations of the social milieu, and on the other by the social aims and efforts of the subject. The domestic character is, as a rule, more the product of the subject's laissez-aller indolence and emotional demands; whence it frequently happens that men who in public life are extremely energetic, bold, obstinate, willful, and inconsiderate appear good-natured, mild, accommodating, even weak, when at home within the sphere of domesticity. Which, then, is the true character, the real personality? This is a question it is often impossible to answer.
This brief consideration will show that, even in the normal individual, character-splitting is by no means an impossibility. We are, therefore, perfectly justified in treating the question of dissociation of personality also as a problem of normal psychology. According to my view then—to pursue the discussion—the above question should be met with a frank avowal that such a man has no real character at all, i.e. he is not individual (q.v.) but collective (q.v.), i.e. he corresponds with general circumstances and expectations. Were he an individual, he would have but one and the same character with every variation of attitude. It would not be identical with the momentary attitude, neither could it nor would it prevent his individuality from finding expression in one state just as clearly as in another. He is an individual, of course, like every being; but an unconscious one. Through his more or less complete identification with the attitude of the moment, he at least deceives others, and also often himself, as to his real character. He puts on a mask, which he knows corresponds with his conscious intentions, while it also meets with the requirements and opinions of his environment, so that first one motive then the other is in the ascendant. This mask, viz. the ad hoc adopted attitude, I have called the persona[67] which was the designation given to the mask worn by the actors of antiquity. A man who is identified with this mask I would call "personal" (as opposed to "individual").
Both the attitudes of the case considered above are collective personalities, which may be simply summed up under the name "persona" or "personae". I have already suggested above that the real individuality is different from both. Thus, the persona is a function-complex which has come into existence for reasons of adaptation or necessary convenience, but by no means is it identical with the individuality. The function-complex of the persona is exclusively concerned with the relation to the object.
The relation of the individual to the outer object must be sharply distinguished from the relation to the subject. By the subject I mean those vague, dim stirrings, feelings, thoughts, and sensations which have no demonstrable flow towards the object from the continuity of conscious experience, but well up like a disturbing, inhibiting, or at times beneficent, influence from the dark inner depths, from the background and underground of consciousness which, in their totality, constitute one's perception of the unconscious life. The subject, conceived as the 'inner' object, is the unconscious. There is a relation to the inner object, viz. an inner attitude, just as there is a relation to the outer object, viz. an outer attitude. It is quite intelligible that this inner attitude, by reason of its extremely intimate and inaccessible nature, is far less widely known than the outer attitude, which is immediately perceived by everyone. Nevertheless, the task of making a concept of this inner attitude does not seem to me impossible. All those so-called accidental inhibitions, fancies, moods, vague feelings, and fragments of phantasy, which occasionally harass and disturb the accomplishment of concentrated work, not to mention the repose of the most normal of men, and which evoke rational explanations either in the form of physical causes or reasons of like nature, usually have their origin, not in the reasons ascribed to them by consciousness, but in the perceptions of unconscious processes, which, in fact, they are. Among such phenomena, dreams also naturally belong: these are admittedly liable to be accounted for by such external and superficial causes as indigestion, sleeping on one's back, and the like, in spite of the fact that such explanations never withstand a searching criticism. The attitude of individual men to these things is extremely variable. One man will not allow himself to be disturbed in the smallest degree by his inner processes—he can, as it were, ignore them entirely; while another is in the highest degree subject to them: at the first waking-moment some phantasy or other, or a disagreeable feeling, spoils his temper for the whole day; a vague, unpleasant sensation suggests the idea of a secret malady, or a dream leaves him with a gloomy foreboding, although in other ways he is by no means superstitious. To others, again, these unconscious stirrings have only a very episodic access, or only a certain category of them come to the surface. For one man, perhaps, they have never yet appeared to consciousness as anything worth thinking about, while for another they are a problem of daily brooding. The one values them physiologically, or ascribes them to the conduct of his neighbours; another finds in them a religious revelation.
These entirely different ways of dealing with the stirrings of the unconscious are just as habitual as the attitudes to the outer object. The inner attitude, therefore, corresponds with just as definite a function-complex as the outer attitude. Those cases in which the inner psychic processes appear to be entirely overlooked are lacking a typical inner attitude just as little as those who constantly overlook the outer object and the reality of facts lack a typical outer attitude. The persona of these latter, by no means infrequent, cases has the character of unrelatedness, or at times even a blind inconsiderateness, which frequently yields only to the harshest blows of fate. Not seldom, it is just those individuals whose persona is characterized by a rigid inconsiderateness and absence oi relations who possess an attitude to the unconscious processes which suggests a character of extreme susceptibility. As they are inflexible and inaccessible outwardly, so are they weak, flaccid, and determinable in relation to their inner processes. In such cases, therefore, the inner attitude corresponds with an inner personality diametrically opposed and different from the outer. I know a man, for instance, who without pity blindly destroyed the happiness of those nearest to him, and yet he would interrupt his journey when travelling on important business just to enjoy the beauty of a forest scene glimpsed from the carriage window. Cases of this kind are doubtless familiar to everyone; it is needless therefore to enumerate further examples. With the same justification as daily experience furnishes us for speaking of an outer personality are we also justified in assuming the existence of an inner personality. The inner personality is the manner of one's behaviour towards the inner psychic processes; it is the inner attitude, the character, that is turned towards the unconscious. I term the outer attitude, or outer character, the persona, the inner attitude I term the anima, or soul. In the same degree as an attitude is habitual, is it a more or less firmly welded function-complex, with which the ego may be more or less identified. This is plastically expressed in language: of a man who has an habitual attitude towards certain situations, we are accustomed to say: He is quite another man when doing this or that. This is a practical demonstration of the independence of the function-complex of an habitual attitude; it is as though another personality had taken possession of the individual, as 'though another spirit had entered into him'. The same autonomy as is so often granted to the outer attitude is also claimed by the soul or inner attitude. One of the most difficult of all educational achievements is this task of changing the outer attitude, or persona. But to change the soul is just as difficult, since its structure tends to be just as firmly welded as is that of the persona. Just as the persona is an entity, which often appears to constitute the whole character of a man, even accompanying him practically without change throughout his entire life, so the soul is also a definitely circumscribed entity, with a character which may prove unalterably firm and independent. Hence, it frequently offers itself to characterization and description.
As regards the character of the soul, my experience confirms the validity of the general principle that it maintains, on the whole, a complementary relation to the outer character. Experience teaches us that the soul is wont to contain all those general human qualities the conscious attitude lacks. The tyrant tormented by bad dreams, gloomy forebodings, and inner fears, is a typical figure. Outwardly inconsiderate, harsh, and unapproachable, he is inwardly susceptible to every shadow, and subject to every fancy, as Chough he were the least independent, and the most impressionable, of men. Thus his soul contains those general human qualities of suggestibility and weakness which are wholly lacking in his outer attitude, or persona. Where the persona is intellectual, the soul is quite certainly sentimental. That the complementary character of the soul is also concerned with the sex-character is a fact which can no longer seriously be doubted. A very feminine woman has a masculine soul, and a very manly man a feminine soul. This opposition is based upon the fact that a man, for instance, is not in all things wholly masculine, but has also certain feminine traits. The, more manly his outer attitude, the more will his womanly traits be effaced; these then appear in the soul. This circumstance explains why it is that the very manly men are most subject to characteristic weaknesses; their attitude to the unconscious has a womanly weakness and impressionability. And, vice versa, it is often just the most womanly women who, in respect of certain inner things, have an extreme intractableness, obstinacy, and wilfulness; which qualities are found in such intensity only in the outer attitude of men. These are manly traits, whose exclusion from the womanly outer attitude makes them qualities of the soul. If, therefore, we speak of the anima of a man, we must logically speak of the animus of a woman, if we are to give the soul of a woman its right name. Whereas logic and objective reality commonly prevail in the outer attitude of man, or are at least regarded as an ideal, in the case of woman it is feeling. But in the soul the relations are reversed: inwardly it is the man who feels, and the woman who reflects. Hence man's greater liability to total despair, while a woman can always find comfort and hope; hence man is more liable to put an end to himself than woman. However prone a woman may be to fall a victim to social circumstances, as in prostitution for instance, a man is equally delivered over to impulses from the unconscious in the form of alcoholism and other vices.
As regards the general human characters, the character of the soul may be deduced from that of the persona. Everything which should normally be in the outer attitude, but is decidedly wanting there, will invariably be found in the inner attitude. This is a basic rule, which my experience has borne out again and again. But, as regards individual qualities, nothing can be deduced about them in this way. We can be certain only that, when a man is identical with his persona, the individual qualities are associated with the soul. It is this association which gives rise to the symbol, so often appearing in dreams, of the soul's pregnancy; this symbol has its source in the primordial image of the hero-birth. The child that is to be born signifies the individuality, which, though existing, is not yet conscious. Hence in the same way as the persona, which expresses one's adaptation to the milieu, is as a rule strongly influenced and shaped by the milieu, so the soul is just as profoundly moulded by the unconscious and its qualities. Just as the persona, almost necessarily, takes on primitive traits in a primitive milieu, so the soul assumes the archaic characters of the unconscious as well as its prospective, symbolic character. Whence arise the 'pregnant' and 'creative' qualities of the inner attitude. Identity with the persona automatically conditions an unconscious identity with the soul, because, when the subject or ego is not differentiated from the persona, it can have no conscious relation to the processes of the unconscious. Hence it is these processes: it is identical with them. The man who is unconditionally his outer rôle therewith delivers himself over unquestioningly to the inner processes, i.e. he will even frustrate his outer rôle by absolute inner necessity, reducing it ad absurdum (enantiodromia; q.v.). A steady holding to the individual line is thereby excluded, and his life runs its course in inevitable opposition. Moreover, in such a case the soul is always projected into a corresponding, real object, with which a relation of almost absolute dependence exists. Every reaction proceeding from this object has an immediate, inwardly arresting effect upon the subject. Tragic ties are frequently formed in this way (v. Soul-image).
Soul-Image
The soul-image is a definite image (q.v.) among those produced by the unconscious. Just as the persona, or outer attitude, is represented in dreams by the images of certain persons who possess the oatstanding qualities of the persona in especially marked form, so the soul, the inner attitude of the unconscious, is similarly represented by definite persons whose particular qualities correspond with those of the soul. Such an image is called a 'soul-image'. Occasionally these images are quite unknown or mythological figures. With men the soul, i.e. the anima, is usually figured by the unconscious in the person of a woman; with women it is a man. In every case where the individuality is unconscious, and therefore associated with the soul, the soul-image has the character of the same sex. In all those cases in which an identity with the persona (v. Soul) is present, and the soul accordingly is unconscious, the soul-image is transferred into, a real person. This person is the object of an intense love or an equally intense hatred (possibly even fear). The influence of such a person has the character of something immediate and absolutely compelling, since it always evokes an affective response. The affect depends upon the fact that a real conscious adaptation to the object who represents the soul-image is impossible. Because the objective relation is alike impossible and non-existent, the libido gets dammed up and explodes in a release of affect. Affects always occur where there is a failure of adaptation. A conscious adaptation to the object who represents the soul-image is impossible only when the subject is unconscious of the anima. Were he conscious of it, it could be distinguished from the object, whose immediate effects might then be resolved, since the potency of the object depends upon the projection of the soul-image.
For a man, a woman is best fitted to be the bearer of his soul-image, by virtue of the womanly quality of his soul; similarly a man, in the case of a woman. Wherever an unconditional, or almost magical, relation exists between the sexes, it is always a question of projection of the soul-image. Since such relations are common, just as frequently must the soul be unconscious, i.e. great numbers of men must be unaware of how they are related to the inner psychic processes. Because such unconsciousness goes always hand in hand with a correspondingly complete identification with the persona (v. Soul), it dearly follows that the latter also must occur very frequently. This accords with reality; for, as a matter of fact, large numbers of men are wholly identified with their outer attitude, and therefore have no conscious relation to their inner processes. But the converse may also happen; namely, where the soul-image is not projected, but remains with the subject; whereupon an identification with the soul is liable to result just in so far as the subject is himself convinced that his manner of behaviour to his inner processes is also his unique and actual character. In such a case, the unconsciousness of the persona results in its projection upon an object, more especially of the same sex, thus providing a foundation for many cases of more or less admitted homosexuality, and of father-transferences in men or mother-transferences in women. Such cases are always persons with defective external adaptation and comparative unrelatedness, because the identification with the soul begets an attitude with a predominant orientation towards the inner processes, whereby the object is deprived of its determining influence.
Whenever the soul-image is projected, an unconditional, affective tie to the object appears. If it is not projected, a relatively unadapted state results, which Freud has partially described as narcissism. The projection of the soul-image offers a release from a too great preoccupation with the inner processes, in so far as the behaviour of the object harmonizes with the soul-image. The subject is thus enabled to live his persona, and to develop it further. In the long run, however, the object will scarcely be able to correspond consistently with the soul-image, although many women succeed, by constantly disregarding their own lives, in representing their husband's soul-image for a very considerable time. The biological, feminine instinct assists them in this. A man may unconsciously do the same for his wife, only he is thereby prompted to deeds which, for good or evil, finally exceed his powers. In his case, also, the biological masculine instinct is an assistance.
If the soul-image is not projected, a thoroughly morbid differentiation of the relation to the unconscious gradually develops. The subject is increasingly overwhelmed by unconscious contents, which his defective relation to the object makes him powerless to organize, or to put to any sort of use. Obviously, such contents as these very seriously prejudice the relation to the object These attitudes only represent, of course, the two extremes, between which the more normal attitudes are to be found. The normal man, as we know, is not distinguished by any special clarity, purity, or depth, in the matter of psychological phenomena, but commonly inclines to a certain indistinctness in such matters. In men with a good-natured and inoffensive outer attitude, the soul-image, as a rule, has a rather malevolent character. A good literary example of this is the daemonic woman who accompanies Zeus in Spitteler's "Olympischer Frühling." For the idealistic woman, a depraved man is often a bearer of the soul-image; hence the 'salvation phantasy' so frequent in such cases. The same thing often happens with men, where the prostitute is surrounded with the halo of a soul crying for succour.
Subjective Plane
By interpretation upon the subjective plane, I understand that conception of a dream or phantasy in which the persons or conditions appearing therein are related to subjective factors entirely belonging to the jsubject's own psyche. It is common knowledge that the image of an object existing in our psyche is never exactly like the object, but at most only similar. Although admittedly brought about through sense-perceptions and their apperception, it is actually the product of processes inherent in the psyche whose activity the object merely stimulates. Experience shows that the evidence of our senses very largely coincides with the qualities of the object, but our apperception is subject to well-nigh incalculable subjective influences, which render the correct knowledge of a human character extraordinarily difficult. Moreover, such a complex psychic factor as is presented by a human character offers only a very slight field for pure sense perception. Its cognition also demands 'feeling-into', reflection, and intuition. The final judgment that issues from these complex factors is always of very doubtful tralue; necessarily, therefore, the image we form of a human object is, to a very large extent, subjectively conditioned. Hence, in practical psychology we should be well advised to differentiate the image or imago of a man quite definitely from his real existence. Not infrequently as a result of its extremely subjective origin, an imago is actually more an image of a subjective function-complex than of the. object itself.
In the analytical treatment of unconscious products, therefore, it is essential that the imago shall not immediatety be assumed to be identical with the object; it is wiser to regard it as an image of the subjective relation to the object. This is what is meant by the consideration of a product upon the subjective plane.
The treatment of an unconscious product upon this plane results in the presence of subjective judgments and tendencies of which, the bearer is made the object When, therefpre, an object-imago appears in an unconscious product, it is not definitely concerned with the real object per se, but just as much, possibly even more, with a subjective function-complex (v. Soul-image).
The application of meaning upon this plane yields us a comprehensive psychological explanation, not only of dreams but also of literary works, in which the individual figures represent relatively autonomous function-complexes in the psyche of the poet.
Symbol
The concept of a symbol should, in my view, be strictly differentiated from that of a mere sign. Symbolic and semiotic interpretations are entirely different things. In his book Ferrero[68] does not speak of symbols in the strict sense, but of signs. For instance, the old custom of handing over a sod of turf at the sale of a piece of land, might be described as 'symbolic' in the vulgar use of the word; but actually it is purely semiotic in character. The piece of turf is a sign, or token, representing the whole estate. The winged wheel worn by the railway employees is not a symbol of the railway, but a sign that distinguishes the personnel of the railway. But the symbol always presupposes that the chosen expression is the best possible description, or formula, of a relatively unknown fact; a fact, however, which is none the less recognized or postulated as existing. Thus, when the winged-wheel badge of the railway employ^ is explained as a symbol, it is tantamount to saying that the man has to do with an unknown entity whose nature cannot be differently or better expressed than by a winged wheel. Every view which interprets the symbolic expression as an analogous or abbreviated expression of a known thing is semiotic. A conception which interprets the symbolic expression as the best possible formulation of a relatively unknown thing which cannot conceivably, therefore, be more clearly or characteristically represented is symbolic. A view which interprets the symbolic expression, as an intentional transcription or transformation of a known thing is allegoric. The explanation of the Cross as a symbol of Divine Love is semiotic, since Divine Love describes the fact to be expressed better and more aptly than a cross, which can have many other meanings. Whereas that interpretation of the Cross is symbolic which puts it above all imaginable explanations, regarding it as an expression of an unknown and as yet incomprehensible fact of a mystical or transcendent, i.e. psychological character, which simply finds its most striking and appropriate representation in the Cross.
In so far as a symbol is a living thing, it is the expression of a thing not to be characterized in any other or better way. The symbol is alive only in so far as it is pregnant with meaning. But, if its meaning is born out of it, l.e. if that expression should be found which formulates the sought, expected, or divined thing still better than the hitherto accepted symbol, then the symbol is dead, i.e. it possesses only a historical significance. We may still go on speaking of it as a symbol, under the tacit assumption that we are speaking of it as it was before its better expression had been born from it The way in which St Paul and the early mystical speculators handle the symbol. of the Cross shows that for them it was a living symbol which represented the inexpressible in an unsurpassable way.
For every esoteric explanation the symbol is dead, since through esoterism it has been brought to a better expression (at least ostensibly), whereupon it merely serves as a conventional sign for associations which are more completely and better known elsewhere. Only for the exoteric standpoint is the symbol always living. An expression that stands for a known thing always remains merely a sign and is never a symbol. It is, therefore, quite impossible to make a living symbol, i.e. one that is pregnant with meaning, from known associations. For what is thus manufactured never contains more than was put into it Every psychic product, in so far as it is the best possible expression at the moment for a fact as yet unknown or only relatively known, may be regarded as a symbol, provided also that we are prepared to accept the expression as designating something that is only divined and not yet clearly conscious.
Inasmuch as every scientific theory contains a hypothesis, and therefore an anticipatory designation of a fact still essentially unknown, it is a symbol. Furthermore, every psychological phenomenon is a symbol when we are willing to assume that it purports, or signifies, something different and still greater, something therefore which is withheld from present knowledge. This assumption is absolutely possible to every consciousness which is orientated to the deeper meaning of things, and to the possibilities such an attitude enfolds. Such an assumption is impossible only for this same consciousness when it has itself contrived an expression, merely to contain or affirm just as much as the purpose of its creation intended, as for example a mathematical term. For another consciousness, however, this restriction does not exist at all. It can also conceive the mathematical term as a symbol of an unknown psychic fact concealed within the purpose of its production, in so far as this fact is demonstrably unknown to the man who created the semiotic expression, and therefore could not be the object of any conscious use.
Whether a thing is a symbol or not depends chiefly upon the attitude of the consciousness considering it; as for instance, a mind that regards the given fact not merely as such but also as an expression of the yet unknown. Hence it is quite possible for a man to produce a fact which does not appear in the least symbolic to himself, although profoundly so to another. The converse is also possible. There are undoubtedly products whose symbolical character not merely depends upon the attitude of the considering consciousness, but manifests itself spontaneously in a symbolical effect' upon the regarding subject. Such products are so fashioned that they must forfeit every sort of meaning, unless the symbolical one is conceded them. As a pure actuality, a triangle in which an eye is enclosed is so meaningless that it is impossible for the observer to regard it as mere accidental trifling. Such a figure immediately conjures up a symbolical conception of it This effect is supported either by a frequent and identical occurrence of the same figure, or by a particularly careful and arresting manner of production which is the actual expression of a particular value placed upon it.
Symbols that are without the spontaneous effect just described .are either dead, i.e. outstripped by a better formulation, or else products whose symbolical nature depends exclusively upon the attitude of the observing consciousness. This attitude that conceives the given phenomenon as symbolic may be briefly described as the symbolical attitude. It is only partially justified by the behavior of things; for the rest, it is the outcome of a definite view of life endowing the occurrence, whether great or small, with a meaning to which a certain deeper value is given than to pure actuality. This view of things stands opposed to another view, which lays the accent upon pure actuality, and subordinates meaning to facts. For this latter attitude there can be no symbol at all, wherever the symbolism depends exclusively upon the manner of consideration. But even for such an attitude symbols also exist: namely, those that prompt the observer to the conjecture of a hidden meaning. An image of a god with the head of a bull can certainly be explained as a human body with a bull's head. But this explanation could scarcely hold the scales against the symbolic interpretation, since the symbol is too arresting to be entirely overlooked. A symbol that seems to obtrude its symbolical nature need not be alive. Its effect may be wholly restricted, for instance, to the historical or philosophical intellect It merely arouses intellectual or aesthetic interest. But a symbol really lives only when it is the best and highest possible expression of something divined but not yet known even to the observer. For under these circumstances it provokes unconscious participation. It advances and creates life. As Faust says: "How differently this token works upon me!"
The living symbol shapes and formulates an essential unconscious factor, and the more generally this factor prevails, the more general is the operation of the symbol; for in every soul it touches an associated chord. Since, on the one hand the symbol is the best possible expression of what is still unknown—an expression, moreover, which cannot be surpassed for the given epoch—it must proceed from the most complex and differentiated contemporary mental atmosphere. But since, on the other hand, the living symbol must embrace and contain that which relates a considerable group of men for such an effect to be within its power, it must contain just that which may be common to a large group of men. Hence, this can never be the most highly differentiated or the highest attainable, since only the very few could attain to, or understand it; but it must be something that is still so primitive that its omnipresence stands beyond all doubt. Only when the symbol comprises this something, and brings it to the highest possible expression, has it any general efficacy. Therein consists the potent and, at the same time, redeeming effect of a living, social symbol.
All that I have now said concerning the social symbol holds good for the individual symbol. There are individual psychic products, whose manifest symbolic character at once compels a symbolical conception. For the individual, they possess a similar functional significance as the social symbol for a larger human group. Such products, however, never have an exclusively conscious or unconscious source, but proceed from a uniform co-operation of both. Purely conscious products are no more convincingly symbolic, per se, than purely unconscious products, and vice versa; it devolves, therefore, upon the symbolical attitude of the observing consciousness to endow them with the character of a symbol. But they may equally well be conceived as mere causally conditioned facts, in much the same sense as one might regard the red exanthema of scarlet fever as a 'symbol' of the disease. In such a case, of course, it is correct to speak of a 'symptom', not of a symbol. In my view, therefore, Freud is justified, when, from his standpoint, he speaks of symptomatic[69], rather than symbolical actions; since, for him, these phenomena are not symbolic in the sense here defined, but are symptomatic signs of a definite and generally known underlying process. There are, of course, neurotics who regard their unconscious products, which are primarily morbid symptoms, as symbols of supreme importance. Generally, however, this is not the case. On the contrary, the neurotic of to-day is only too prone to regard a product that may actually be full of significance, as a 'symptom'.
The fact that there are two distinct and mutually contradictory views, eagerly advocated on either side, concerning the meaning and the meaninglessness of things, can only show that processes clearly exist which express no particular meaning, being in fact mere consequences, or symptoms; while there are other processes which bear within them a hidden meaning, processes which have not merely arisen from something, but also tend to become something, and are therefore symbols. It is left to our judgment and criticism to decide whether the thing we are dealing with is a symptom or a symbol.
The symbol is always a creation of an extremely complex nature, since data proceeding from every psychic function have entered into its composition. Hence its nature is neither rational nor irrational. It certainly has one side that accords with reason, but it has also another side that is inaccessible to reason; for not only the data of reason, but also the irrational data of pure inner and outer perception, have entered into its nature. The prospective meaning and pregnant significance of the symbol appeals just as strongly to thinking as to feeling, while its peculiar plastic imagery when shaped into sensuous form stimulates sensation just as much as intuition. The living symbol cannot come to birth in an inert or poorly-developed mind, for such a man will rest content with the already existing symbols offered by established tradition. Only the passionate yearning of a highly developed mind, for whom the dictated symbol no longer contains the highest reconciliation in one expression, can create a new symbol. But, inasmuch as the symbol proceeds from his highest and latest mental achievement and must also include the deepest roots of his being, it cannot be a one-sided product of the most highly differentiated mental functions, but must at least have an equal source, in the lowest and most primitive motions of his psyche. For this co-operation of antithetic states to be at all possible, they must both stand side by side in fullest conscious opposition. Such a condition necessarily entails a violent disunion with oneself, even to a point where thesis and antithesis mutually deny each other, while the ego is still forced to recognize its absolute participation in both. But, should there exist a subordination of one part, the symbol will be disproportionately the product of the other, and in corresponding degree will be less a symbol than a symptom, viz. the symptom of a repressed antithesis. But, to the extent in which a symbol is merely a symptom, it also lacks the redeeming effect, since it fails to express the full right to existence of every portion of the psyche, constantly calling to mind the suppression of the antithesis, although consciousness may omit to take this into account.
But, when the opposites are given a complete equality of right, attested to by the ego's unconditioned participation in both thesis and antithesis, a suspension of the will results; for the will can no longer be operative while every motive has an equally strong counter-motive by its side. Since life cannot tolerate suspension, a damming up of vital energy results, which would lead to an insupportable condition from the tension of the opposites did not a new reconciling function arise which could lead above and beyond the opposites. It arises naturally, however, from the regression of the libido effected by its damming up. Since progress is made impossible by the total disunion of the will, the libido streams backwards, the stream Sows back as it were to its source, fa, the suspension and inactivity of the conscious brings about an activity of the unconscious where all the differentiated functions have their common, archaic root, and where that promiscuity of contents exists of which the primitive mentality still exhibits numerous remainders.
Through the activity of the unconscious, a content is unearthed which is constellated by thesis and antithesis in equal measure, and is related to both in a compensatory (q.v.) relation. Since this content discloses a relation to both thesis and antithesis, it forms a middle territory, upon which the opposites can be reconciled. Suppose, for example, we conceive the opposition to be sensuality versus spirituality; then, by virtue of its wealth of spiritual associations, the mediatory content born from the unconscious offers a welcome expression to the spiritual thesis, and by virtue of its plastic sensuousness it embraces the sensual antithesis. But the ego rent between thesis and antithesis finds in the uniting middle territory its counterpart, its reconciling and unique expression; and eagerly seizes upon it, in order to be delivered from its division. Hence, the energy created by the tension of the opposites flows into the mediatory expression, protecting it against the conflict of the opposites which forthwith begins both about it and within, since both are striving to resolve the new expression in their own specific sense. Spirituality tries to make something spiritual out of the unconscious expression, while sensuality aims at something sensual; the one wishing to create science and art from the new expression, the other sensual experience. The resolution of the unconscious product into either is successful only when the incompletely divided ego clings rather more to one side than the other.
Should one side succeed in resolving the unconscious product, it does not fall alone to that side, but the ego goes with it; whereupon an identification of the ego with the most-favored function (v. Inferior Function) inevitably follows. This results in a subsequent repetition of the process of division upon a higher plane. But if, through the resoluteness of the ego, neither thesis nor antithesis can succeed in resolving the unconscious product, this is sufficient demonstration that the unconscious expression is superior to both sides.
The steadfastness of the ego and the superiority of the mediatory expression over thesis and antithesis are to my mind correlates, each mutually conditioning the other. It would appear at times as though the fixity of the inborn individuality were the decisive factor, at times as though the mediatory expression possessed a superior force prompting the ego to absolute steadfastness. But, in reality, it is quite conceivable that the firmness and certainty of the individuality on the one hand, and the superior force of the mediatory product on the other, are merely tokens of one and the same fact. When the mediatory product is preserved in this way, it fashions a raw product which is for construction, not for dissolution, and which becomes a common object for both thesis and antithesis; thus it becomes a new content that governs the whole attitude, putting an end to the division, and forcing the energy of the opposites into a common channel. The suspension of life is, therewith, abolished, and the individual life can compass a greater range with new energy and new goals.
In its totality I have named the process just described the transcendent function, and here I am not using the term 'function' in the sense of a basic function, but rather as a complex-function compounded of other functions, neither with 'transcendent' do I wish to designate any metaphysical quality, but merely the fact that by this function a transition is made possible from the one attitude to the other. The raw material, when elaborated by the thesis and antithesis, which in its process of formation reconciles the opposites, is the living symbol. In the essential rawness of its material, defying time and dissolution, lies its prospective significance, and in the form which its crude material receives through the influence of the opposites, lies its effective power over all the psychic functions.
Indications of the foundations of the symbol-forming process are to be found in the scanty records of the initiation-period experienced by founders of religions, e.g. Jesus and Satan, Buddha and Mara, Luther and the Devil, Zwingli and his previous worldly life; also Goethe's conception of the rejuvenation of Faust through the contract with the Devil. Towards the end of Zarathustra we find a striking example of the suppression of the antithesis in the figure of the "ugliest man".
Synthetic (v. Constructive)
Thinking
This I regard as one of the four basic psychological functions (v. Function). Thinking is that psychological function which, in accordance with its own laws, brings given presentations into conceptual connection. It is an apperceptive activity and, as such, must be differentiated into active and passive thought-activity. Active thinking is an act of will, passive thinking an occurrence. In the former case, I submit the representation to a deliberate act of judgment; in the latter case, conceptual connections establish themselves, and judgments are formed which may; even contradict my aim—they may lack all harmony with my conscious objective, hence also, for me, any feeling of direction, although by an act of active apperception I may subsequently come to a recognition of their directedness. Active thinking would correspond, therefore, with my idea of directed thinking[70]. Passive thinking was inadequately characterized in my previous work as "phantasying" [71]. To-day I would term it intuitive thinking.
To my mind, a simple stringing together of representations, such as is described by certain psychologists as associative thinking[72] is not thinking at all, but mere presentation. The term 'thinking' should, in my view, be confined to the linking up of representations by means of a concept, where, in other words, an act of judgment prevails, whether such act be the product of one's intention or not.
The faculty of directed thinking, I term intellect: the faculty of passive, or undirected, thinking, I term intellectual intuition. Furthermore, I describe directed thinking or intellect as the rational (q.v.) function, since it arranges the representations under concepts in accordance with the presuppositions of my conscious rational norm. Undirected thinking, or intellectual intuition, on the contrary is, in my view, an irrational (q.v.) function, since it criticizes and arranges the representations according to norms that are unconscious to me and consequently not appreciated as reasonable. In certain cases, however, I may recognize subsequently that the intuitive act of judgment also corresponds with reason, although it has come about in a way that appears to me irrational.
Thinking that is regulated by feeling, I do not regard as intuitive thinking, but as thought dependent upon feeling; it does not follow its own logical principle, but is subordinated to the principle of feeling. In such thinking the laws of logic are only ostensibly present; in reality they are suspended in favor of the aims of feeling.
Transcendent Function (v. Symbol)
Type
A type is a specimen, or example, which reproduces in a characteristic way the character of a species or general class. In the narrower meaning used in this particular work, a type is a characteristic model of a general attitude (q.v.) occurring in many individual forms. From a great number of existing or possible attitudes I have, in this particular research, brought four into especial relief; namely, those that are primarily orientated by the four basic psychological functions (v. Function) viz. thinking, feeling, intuition, and sensation. In so far as such an attitude is habitual, thus lending a certain stamp to the character of the individual, I speak of a psychological type. These types, which are based upon the root-functions and which one can term the thinking, the feeling, the intuitive, and the sensational types, may be divided into two classes according to the quality of the respective basic function: viz. the rational and the irrational. The thinking and the feeling types belong to the former. The intuitive and the sensational to the latter, (v. Rational; Irrational). A further differentiation into two classes is permitted by the preferential movements of the libido, namely introversion and extroversion (q.v.). All the basic types can belong equally well to the one or the other class, according to the predominance of introversion or extraversion in the general attitude. A thinking type may belong either to the introverted or the extraverted class, and the same holds good for any other type. The differentiation into rational and irrational types is another point of view, and has nothing to do with introversion and extraversion.
In two previous contributions upon the theory of types[73] I did not differentiate the thinking and feeling from the introverted and extraverted types, but identified the thinking type with the introverted, and the feeling with the extraverted. But a more complete investigation of the material has shown me that we must treat the introversion and the extraversion types as superordinated categories to the function types. Such a division, moreover, entirely corresponds with experience, since, for example, there are, undoubtedly two sorts of feeling-types, the attitude of one being orientated more by his feeling-experience, the other more by the object.
Unconscious
The concept of the unconscious is for me an exclusively psychological concept, and not a philosophical concept in the metaphysical sense. In my view, the unconscious is a psychological boundary-concept, which covers all those psychic contents or processes which are not conscious, i.e. not related to the ego in a perceptible way. My justification for speaking of the existence of unconscious processes at all is derived purely and solely from experience, and in particular from psychopathological experience, where we have undoubted proof that, in a case of hysterical amnesia, for instance, the ego knows nothing of the existence of extensive psychological complexes, and in the next moment a simple hypnotic procedure is enough to bring the lost contents to complete reproduction.
From thousands of such experiences we may claim a certain justification for speaking of the existence of unconscious psychic contents. The question as to the state in which an unconscious content exists, when not attached to consciousness, is withheld from every possibility of cognition. It is, therefore, quite superfluous to hazard conjectures about it. Conjectures concerning cerebration and the whole physiological process, etc., really belong to such phantasies. It is also quite impossible to specify the range of the unconscious, i.e. what contents it embraces. Only experience can decide such questions. We know by experience that conscious contents can become unconscious through loss of their energic value. This is the normal process of 'forgetting'. That these contents do not simply get lost beneath the threshold of consciousness we know from the experience that occasionally, under suitable conditions, they can again emerge from their submersion after a decade or so, e.g. in dreams or under hypnosis in the form of cryptamnesia[74], or through the revival of associations with the forgotten content.
Furthermore, experience teaches us that conscious contents can fall beneath the threshold of consciousness through 'intentional forgetting', without a too considerable depreciation of value—what Freud terms the repression of a painful content. A similar effect is produced by the dissociation of the personality, or the disintegration of consciousness, as a result of a violent affect or nervous shock or through the dissolution of the personality in schizophrenia. (Bleuler).
Similarly, we know from experience that sense-perceptions which, either because of their slight intensity or because of the deviation of attention, do not attain to conscious apperception, none the less become psychic contents through unconscious apperception, which again may be demonstrated by hypnosis, for example. The same thing may happen with certain conclusions and other combinations which remain unconscious on account of their too slight energy-content, or because of the deflection of attention. Finally, experience also teaches us that there exist unconscious psychic associations—for instance, mythological images—which have never been the object of consciousness, and hence must proceed wholly from unconscious activity.
To this extent experience gives us certain directing-points for our assumption of the existence of unconscious contents. But it can affirm nothing as to what the unconscious content may possibly be. It is idle to hazard guesses about it, because what the whole unconscious content could be is quite incalculable. What is the furthest limit of a subliminal sense-perception? Is there any sort of measurement either for the extent or the subtlety of unconscious combinations? When is a forgotten content totally effaced? To such questions there is no answer.
Our experience hitherto of the nature of unconscious contents permits us, however, to make a certain general division of them. We can distinguish a personal unconscious, which embraces all the acquisitions of the personal existence—hence the forgotten, the repressed, the subliminally perceived, thought and felt. But, in addition to these personal unconscious contents, there exist other contents which do not originate in personal acquisitions but in the inherited possibility of psychic functioning in general, viz. in the inherited brain-structure. These are the mythological associations—those motives and images which can spring anew in every age and clime, without historical tradition or migration. I term these contents the collective unconscious. Just as conscious contents are engaged in a definite activity, the unconscious contents—so experience teaches us—are similarly active. Just as certain results or products proceed from conscious psychic activity, there are also products of unconscious activity, as for instance dreams and phantasies. It is vain to speculate upon the share that consciousness takes in dreams. A dream presents itself to us: we do not consciously produce it. Conscious reproduction, or even the perception of it, certainly effects a considerable alteration in it, without, however, doing away with the basic fact of the unconscious source of the productive activity.
The functional relation of the unconscious processes to consciousness we may describe as compensatory (q.v.), since experience proves that the unconscious process pushes subliminal material to the surface that is constellated by the conscious situation—hence all those contents which could not be lacking in the picture of the conscious situation if everything were conscious. The compensatory function of the unconscious becomes all the more manifest, the more the conscious attitude maintains a one-sided standpoint; this is confirmed by abundant examples in the realm of pathology.
Will
I regard as will that sum of psychic energy which is disposable to consciousness. In accordance with this conception, the process of the will would be an energic process that is released by conscious motivation. A psychic process, therefore, which is conditioned by unconscious motivation I would not include under the concept of the will. Will is a psychological phenomenon that owes its existence to culture and moral education, and is, therefore largely lacking in the primitive mentality.
Citations
- Jung, Studies in Word Association: transl. by M. D. Eder (London: Heinemann).
- Sully, The Human Mind, vol. ii, ch. 16.
- Nahlowsky, Das Gefühlsleben, p. 48.
- Kant, Logic, § 6.
- Cf. Wundt. Grundxeichnuitgtn der physiolog. Psychologi*, 5te Aufl. in, pp. 309 flL
- Féré, Note sur fas modifications de la resistance électrique, etc. (Comptes-Rendus de la Société de Biologie, 1888, pp. 217 ff.) | Veraguth, Das Psychogalvanische Reflexphämomen (Monatsschr. f. Psych, u. Neurol., XXI, p. 387) | Jung, On Psychophysical Relations, etc. (Journal of Abnormal Psychology, i, 247) | Binswanger, On Psychogatoanic Phenomenon in Assoc. Experiments (Jung, Studies in Word Association, p. 446)
- Bleuler, AffehtiviW, Suggestibitdt, Paranoia (1906), p. 6.
- Which in reality are intuitions.
- Cf. Wundt, Grundsüge for physiolog. Psychologie, i, 322.
- Cf. Jung, Psychology of the Unconscious.
- Wundt, Logic, i. 20.
- Cf. Lipps, Leitfaden for Psychology, 2te Aufl., p. 104.
- Wundt, Grundx&ge d. physiolog. Psyckol. iii, 529.
- Pfl&gers Archiv. vol. 45, 37.
- Grunds. d. Psychol., p. 44-
- Ibid., i, 681 ft.
- Lévy Bruhl, Les fonctions mentoles dans Its socitUs infrieures, pp. 27 ff.
- Ibid., pp. 28 ff.
- Allusions to the theory of compensation, originally inspired by Anton are also to be found in Gross.
- Adler, The Neurotic Constitution : transl. by Gluck and Land, (London: Kegan Paul & Co.)
- Adler, Studie uber Mindtrwertigkeit von Organen. 1907.
- The Neurotic Constitution, p. 7.
- Ibid., p. 14.
- Jung, Collected Papers on Analytical Psychology, 2nd edn., pp. 278 ff. (JLondon: Baillitoe)
- Natorp, EinUitung in dw Psych. , p. n. Also Lipps, Leitfadtn for Psych., p. 3.
- Cf. Riehl (jr. Einf. in die Phil., 161), who regards consciousness as both "activity" and "process".
- Jung, The Psychology of Dementia Pracox.
- Jung, Content of the Psychoses (Collected Papers, 2nd edn., ch.
- A detailed example of this is to be found in Jung, Psych, and Path, of so-called Occult Phenomena (Collected Papers, 2nd edn.)
- Maeder, The Dream Problem (Monograph Series. Nervous and Mental Disease Pub. Co., New York)
- Adler, The Neurotic Constitution.
- Freud, The Interpretation of Dreams.
- Silberer, Problems of Mysticism and- its Symbolism : transl. by Dr S. E. Jelliffe (London, Kegan Paul & Co.) pp. 149 ff., expresses himself in a similar sense in his formulation of anagogic significance.
- Jung, The Psychology of Unconscious Processes (Collected Papers, 2nd Ed.)
- Bleuler, Die Negative Suggestibilitdt (Psych. New. Wochenschr., 1904, 27-28). | Idem, Zur Theorie des Schixophrenen Negativismus (Psych. Neur Woehensckr., 19x0, 18-21). | Idem, Lehrbuch der Psychiatrie, pp. 92, 285.
- Jung, The Psychology of Dementia Praeo*.
- Stobaeus, Ehl. i, 58 : "eifMptdwiv ft \fyov to rijs.
- Zeller, History of Greek Philosophy : transl. by S. F. Alleyne, vol. ii, p. 17 (London : Longmans & Co.)
- Gompcrz, Greek Thinkers, vol. i : transl. by Laurie Magnus, p. 64 (London : Murray, 1901)
- Diels, Die Fragment* der Vorsokratiker, 2te AufL, i, 79 (1907).
- Doctor Dluminatus ' (1234-1315), who as a soldier was notorious for his debaucheries, but later entirely changed his way of life and became a crusader against the Moslems.
- For the history both of the theory and concept of feeling compare: Wundt, Grundx. d. Physiolog. Psych. Idem, Grundr. d. Psychol., pp. 35 ff. | Nahlowsky, Das Gef&hlsleben in seinen westntlichcm Erscheinungen. | Ribot, Psychologic der GefVhle. | Lehmann, Die Hauptgesetoe des menschlichen GefHhklebens. | Villa, Contemporary Psychology, transl. by H. Manacorda (1903 J-
- On the distinction between feeling and sensation compare Wundt Grundx. d. pkys. Psychol., i, pp. 350 ff.
- Wundt, Phil. Stud., vii, 13.
- Critique of Pure Reason : transl. by F. Max Mttller (London: Macmillan, 1881).
- Logic, p. 140.
- Critique of Pure Reason, p. 285.
- World as Will and Idea, trausl. by Haldane and Kemp, vol. i, par. 25 (London : Kegan Paul & Co.)
- Aesthetik, i, 138.
- Logic, iii, pp. 242 ff.
- Wirhlichkeit, pp. 152, 154.
- Logik, pp. 14, 18.
- Following an expression used by J. Burckhardt. Cf. also Jung, Psychology of the Unconscious, p. 41.
- Jung, Instinct and the Unconscious (Journal of Psychology, vol X, I).
- A remarkable example of an archaic image is quoted in Jung, Psychol. of the Unconscious, p. 108.
- Schopenhauer, The World as Will and Idea, vol. i, § 49
- Kant. Critique of Pure Reason.
- Cf. Jung, lnstinct, and the Unconscious (Journal of Psychology, vol. x, 1)
- Menschl. W,ltbegr., pp. 25 ff.
- Ferenczi, Introjection and Transference (Contributions to Psycho' Analysis: transl. by E. Jones. Boston: R. Badger).
- Similar1y Bergson
- The merit of having discovered the existence of this type is due to MilS M. Moltzer.
- Jung, The Psychology of the Unconscious, p. 127. ItUtII, Th, conception and the Genetic Theory Of Libido, Pt. ii, ch. 2, p. 139.
- Lévy-Bruhl, Les fonctions mentales dans lis sociétés inférieu'es (Paris, 1912).
- For the history of the concept of sensation compare : Wundt, Grundzüg, der physiologischen Psychologi" i, pp. 350 ff. Dessoir, G,schichte der neuern deutschen Psychologi,. Villa, Einleitung in die Psychologie der G,genwart.,. Hartmann, Di, moderne Psychologi,.
- Azam. Hypnotisme—Double Conscience. Paris,1887. | Morton Prince, The Dissociation oj a Personality. 1906. | Landmann. Die Mehrheit geistiger Persönlichkeiten in linem Individuum. 1894. | Ribot, Die Persönlichkeit. 1894. | Flournoy, Des Indes ala planéte Mars. 1900. | Jung, On th, Psychology and Pathology of so-called Occult Phenomena (CollecUIJ Papers, 2nd edn.)
- Jung, The Conception ofthe Unconscious (Collected Papers,: Ind edn., p. 457).
- Ferrero, Les his psychologiques du symbolism* , 1893.
- Freud. Psychopathohgy of Everyday Lift.
- Jung, Psychology of the Unconscious, p. 14.
- Ibid, p. 19.
- James, Text-booh of Psychology, p. 464 (London: Longmans & Co.).
- Jung, Contribution it I'etude des types psychologiques (Arch, de Psychologie, T. xvi, p, 152) | Idem, The Psychology of Unconscious Processes (Collected Papers t 2nd edn., p. 354)
- 1 Cf . Flournoy, Des Indes a la planite Mats. 1900. | Idem, tfouvelles Observations sur un cos de somnambulism* avec ghssolalie (Arch, de Psychologic, T. i, p. 101) | Jung, On the Psych, and Path, of so-called Occult Phenomena (Coltcitd Paters)